Şamil | Kategoriler | Konular

Dın

DİN

Kıyamet'te herkese dünyada yaptıklarının
karşılığının verilmesi, "Eğer siz
ceza görmeyecek (din kökünden: "Medînin") olsaydınız..."
(el-Vâkıa, 56/86) âyetinde olduğu gibi "iyi ya da kötü
karşılık" anlamında; şâirin, "Ebediyyen
onun da benim de "din''im bu mudur?" sözünde olduğu gibi
"âdet ve alışkanlık" anlamında;

"Filan kimseler kurallara boyun eğmezler (lâ
yedinûne)" denirken ve hadis-i şerifte geçen: "Akıllı
kişi nefsine hâkim olandır (dâne)" şeklindeki
kullanımında "itâat, zillet ve bağlılık,
üstünlük sağlamak, galip gelmek" anlamlarında;
başkalarını idare etmek üzere görevlendirilen birisinden:
"Deyyentuhu'l-kavme" diye söz edilirken de "Egemenlik,
mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare"
anlamında kullanılmaktadır.

Ayrıca: "Tevhid; Allah'a ibadetin her türlüsü:
yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye
zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asit olmak; iyi ya da kötü
bir şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına
gelmektedir (el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1407/1987,
s. 1546; Ebu'l-Hasen İbn Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s.
155-156; Ebu'l-Beka, el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî,
el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut 1395/1975, I, s. 38; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî,
Kur'an'a Göre Dört Terim, "Din" Bahsi; Aynı Müellif,
Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed Asrar, Ankara 1983,
t, s. 300 vd.)

Arapça bir kelime olarak "dal, ye, nün"
harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli
değişmeksizin Türkçe'ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm
öncesi Arapça'sında gerekse Kur'ân ve Sünnet'te oldukça yaygın
bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir
sonucu olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün
çeşitliliğiyle ve farklı oranlarda yoğun olarak,
kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı
anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında
yer almıştır.

Aynı kökten gelen ve yüce Allah'ın
sıfatı ya da ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân",
yapılan işlerin karşılığını veren,
kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten,hesaba
çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp
hayra da şerre de karşılık veren demektir. İbn Sîde,
a.g.e., XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü'd-Dîn İbnu'l-Esîr,
en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148)

"Mütedeyyin" ise, Allah'ın dinine
teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse
demektir. (Şehristânî, a.g.e., I, 38).

Istılah Olarak Dinin Anlamı: "Yüce
Allah'ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka
ulaşmaları için peygamberleri aracılığı ile
akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve
âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın
koyduğu hükümler." anlamındadır. Bu anlamıyla
din hem inanç konularını hem de amelî konuları
kapsamaktadır. Her peygamberin getirdiği "millet"
hakkında da kullanılabilir. Allah'tan geldiği için (Allah'ın
dini şeklinde) Allah'a; Peygamber tarafından tebliğ
edildiği için (Peygamber'in dini şeklinde) peygambere; ona uyup
bağlandıkları için de (meselâ "Müslümanların
dini" şeklinde) ümmete izafe edilebilir (Râgıp el-Isfâhânî,
el-Müfredat fî Garîbi'l-Kur'an, Kahire 1381/1961 s. I 74; Tehânevî,
Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kalkutta 1862'den
İstanbul 1404/1984 tıpkı basım, I, 503)

İbn Teymiyye de terim olarak "din"i
şöyle açıklamaktadır: "İslâm, İman,
İhsân diye ifade edilen her üç kademe, "din"in kapsamı
içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi Hz.
Cebrail* gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını
aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"O, Cebrail'di. Size dininizi öğretmek üzere gelmiştir. Böylece
o, bunların hepsinin "din"inizin kapsamına
girdiğini açıklamış oluyor. " Din ile Allah'a
itaat ve ibadet ettiği için "Allah'ın dini" denilir.
Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o olmasıdır."
(Mecmû'u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158)

Bu açıklamalardan da
anlaşılacağı gibi; "din", ıstılah
olarak tanıtılmak istenince; genelde "hak din" ve
"son din" olan İslâm tanıtılmak istenmiştir.
Bunun en önemli sebebi olarak Allah katında geçerli tek din'in
İslâm olması (Ali İmrân, 3/19, 85) gösterilebilir.

Bu tariflerden anlaşıldığı
üzere hak din'in diğer bir ifade ile "İslâm"ın
temel birtakım özellikleri vardır:

İslâm* dini ile İslâm şerîatı
aynı şeylerdir. Dolayısıyla İslâm dışı
bütün dinler birer şerîat* ve her şerîat da bir dindir;
ancak bunlar Allah katında makbul değildirler.

Din, irade sahibi akıllıları muhatap
alır.

Din, Allah tarafından insanların
faydasına konulmuştur. Allah tarafından
konulmamış bir din kabul edilmez.

Din, insanı dünya ve Âhiret'te kurtuluşa götürür.
Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah'ın
kulları için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya
yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı itibariyle "din"
demek mümkündür. Ancak, bunların Âhiret*i hesaba katmamaları,
yani laikliği* veya materyalizmi* esas almaları daha ilk
adımda Allah'ın dininden uzaklaşmalarını kaçınılmaz
kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt
ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık"*
türü yaklaşımlar da "hak din" olamaz.

Din, "teslimiyet"i, "iman"*ı
ve "ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak
Din'de insanlar bütün kâinatın boyun eğdiği, gökteki ve
yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah'a teslim olurlar. (Âli
İmrân, 3/83) Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim
olduğu gerçek Rab ve ilâh olan Allah'ın bildirdiği gayb'a
inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu
imanlarının gereği olarak hayatlarını
Allah'ın şerîatına göre düzenleyerek teslimiyetlerini
ifade ederken, kendileri Allah'ı görmeseler dahi, Allah'ın
kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab'lerine ibadet ederler.

Kur'ân-ı Kerîm'de "Dîn": Din'in terim
manası bu olmakla birlikte Kur'ân ve Sünnet'te kelimenin kullanılmasını
tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu
da kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca
tespit edebiliriz.

"Borç" anlamına gelen ve "din"
kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini
ve onun türevlerini bir kenara bırakacak olursak; "din" ve
türevleri Kur'ân-ı Kerîm'de: doksanbeş defa
tekrarlanmaktadır.

"Din" kelimesinin çeşitli
şekillerde yer aldığı âyet-i kerimeleri, manalarına
göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:

Mutlak Olarak Din: İtaat, Boyun Eğme,
İbadet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52; 29/65;
30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.

Kıyamet ve Ceza (Karşılık) Günü:
1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26;
74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.

Allâh'ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193,
217, 259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72;
9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55;
29/65; 30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21;
48/28; 60/8, 9; 61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.

Kanun, Hüküm, Şerîat: 2/217; 3/73; 12/76;
22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin hangi manalarda
kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya
çalışalım:

el-İsfâhânî, din'i: "İtaat, ceza (karşılık)
demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır.
Din, mana itibariyle millet'e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık
ve itaat demektir". diye tarif ettikten sonra, çeşitli
manalarına örnek olmak üzere birtakım âyetleri kaydetmektedir.

Ona göre, Ali İmrân 19 ve en-Nisâ 125.
âyetlerindeki "din" kelimesi "itaat" anlamınadır.
"Ey kitab ehli! Dinlerinizde aşırılığa
gitmeyin." (en-Nisâ 4/125) buyruğu ise, dinlerin en mükemmeli
ve en üstünü olan İslâm Dini'ne uymak için bir teşviktir.
el-Bakara sûresinin "Din'de zorlama olmayacağını"
hükme bağlayan âyet-i kerimesinde de (2/256) maksat "itaat"tir;
Çünkü dîne bağlılık ancak "ihlâs"* la
olabilir. "ihlâs" ile "zorlama" ise, birbirine aykırı
hallerdir. Âli İmrân sûresi, 83. âyetinde yer alan: "Onlar,
Allah'ın Dini'nden başkasını mı arıyorlar?"
buyruğundaki "din"den kasıt ise İslâm'dır.
Sad, 38/85, el-Feth, 48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125.
âyetlerinde de aynı şekilde "İslâm"
kastedilmektedir.

Vâkıa, 56/86. âyette geçen "Medînîn"
kelimesi, "amellere karşılık"
manasınadır. (Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175)

Dâmeganî'ye göre "din", Kur'ân-ı
Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:

1. Tevhîd: "Allah katında yegane geçerli
olan din İslâm'dır" Âli İmrân, 3/19 âyetinde bu
anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer, 39/2, er-Rum, 30/30
ve Lokman, 31/32. âyetleri de aynı anlamdadır.

2. Hesab: "Onlar din (Hesap) gününü
yalanlarlar" el-Mudaffifin, 83/11, es-Saffat, 37/53, ve el-Vakıa,
56/86'da olduğu gibi.

3. Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76'de
"Melik'in dîni"; "Melik'in hüküm ve yargısı"
demektir. en-Nur, 24/2'de "Allah'ın Dini" buyruğu da
Allah'ın hüküm, yargı ve kanunu manasınadır.

4. Bizzat dinin (yani hayatın her alanında
kabul edilen inanç, egemen düzen, kişisel ve toplumsal
ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer
yargıları v.s.'nin) kendisi.

Eksiksiz ve tam haliyle Allah'ın dini, İslâm:
et-Tevbe 9/33,es-Saf 61/9, el-Feth. 48/28'de olduğu gibi.

5. Millet: el-Bey'yine, 98/5'de olduğu gibi. (el-Hüseyin
b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu'l-Kur'ân, Beyrut 1983, 178-179)

Mevdûdî, Kur'ân-ı Kerim'de "din"
kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde
şunları söylüyor: "...Bu bakımdan "din"
kelimesinin "Kur'ân-ı Kerim'de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği
görülür. Sözkonusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:

1. Hâkimiyet ve yüce egemenlik.

2. Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun
eğmek.

3. Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen
fikrî ve amelî düzen.

4. Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya
karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat veya karşı
gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza."

(Mevdûdî Kur'ân'a göre Dört Terim, s. 103)

İslâm: İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir,
şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete teslim olduktan sonra,
insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında
Allah'ın hükümranlığından başka bir şeyin
eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir cihet vardır, tek bir
akide vardır: Allah'ın rızasına uygun olarak
kullarından kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve
halis tevhid akîdesi ki, o da Allah indinde din olan İslâm'dır.

O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız
dirayet, yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan
eden tasavvur, yalnız şahısların namazda, hacda, oruçta
eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir. İslâm,
teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının
kulların hayatına hâkim olmasıdır. Bugün 'biz
müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye çağırıldıkları
zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'*a
benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına,
ekonomik, sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz
sayarlar. Bunlar, ileri sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman
olduklarını söylemekten de geri kalmazlar. Hiçbir dînî esasa
dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü zan ve
iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta
farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım
ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar olmayınca
din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne
uyma, Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd
akidesinin gerçeği bunlardır. Ayrıca din, beşer
hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun
eder. Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî
şuuru uyandırmaktan, ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle
bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu için tespit ettiği
bir hayat programıdır, insan hayatını
yaratıcının yoluna bağlayan ve Allah'ın kudret
eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman
eden müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu
dine, insanların açıkça göreceği ve onlara güzel bir
örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla
bağlanmalıdır. Kâinatta mevcut olan diğer bütün
nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin üstünlüğüne
ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, meslesini ve
hayatını canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği
bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet ve ferdin
dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce
programa oturtmayıp, böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe
şahit olamazlar. Müminler İlâhî program tahakkuk ettirmeye
mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî
dinin ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı
telakki ettiği şehadetin ta kendisidir... Müslüman olduğunu
iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit olanlarla beraber
yaz." niyazı (Âli İmrân, 3/53) Allah ile akdedilen bir
bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun
huzur ve refahı arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek
için cihat etmek zorundadır. Bunu yapmıyorsa ya
şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği
şehadetin zıddını yapmak gayretindedir. Mümin
olduklarını iddia ettikleri halde, insanları Allah'ın
dininden uzaklaştıranların vay haline!

İşte bütün bu manâlarla İslâm Allah
katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş
oldukları en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları
kullara ibadetten kurtarıp Allah'a ibadet ettirmek için
peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah
şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler.
"Allah indinde hak din, İslâm'dır. "

Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini tektir. Bütün
peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt
çevirenler bütün dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın
ahidlerinin bütününe ihanet etmiş olmaktadırlar. İslâm
-ki, yeryüzünde Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın
temel kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların
dini aslında İslâm'dır.

Sünnet'te Din

Hadis-i şeriflerde de "din" kökünden
türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla
kullanılmıştır. (Bk. el-Mu'cemu'l-Müfehres li
Elgazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.)

Hadis-i şeriflerde "din" kelimesi
değişik anlamlarda kullanılmıştır:

1. Boyun eğmek, itaat ve ibadet etmek:
"Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu
(Allah'a) ibadet ettirendir." (Tirmizî, Kıyame, 25; İbn Mâce,
Zühd, 31) Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin
"hesaba çeken" manasına geldiği de söylenmiştir.

Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten, söyledikleri
takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek
söz söylemelerini istiyorum." (Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1;
Ahmed b. Hanbel, I, 237) buyruğu da aynıdır.

2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar
gibi inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe
yaparlardı." (Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac,
151) Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden
kimseler kastedilmektedir.

3. Hayır olsun, şer olsun
karşılık:

"Nasıl davranırsan, öyle karşılık
görürsün. " (Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1)

4. Kahretmek, mecbur etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın
"ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır. (Ebu Ubeyd el-Kasım b.
Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad, 1385/1966'dan tıpkı
basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye -fi
Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149)

"Din"e yakın Kavramlar: Bundan önceki
açıklamalardan "din"e yakın birtakım
kavramların bulunduğu ve bunların da hem Kur'ân'da, hem
Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları
anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi
oldukça önemli bir kavramın daha iyi anlaşılabilmesi için
bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:

Millet: Aslında yazdırmak anlamına gelen
"imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli yol"
manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları
ve bu konuda peygamberler arasında ihtilaf
olmadığından "şeriat" manasına
kullanılmıştır:

"Küfür tek millettir." sözünde olduğu
gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir. (Tehânevî,
a.g.e., II, 1346) Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat
veya din demektir." (s. 1367) derken, Râğıb el-Isfâhânî:
Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir. Aralarındaki fark
şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:

"Atalarım İbrahim'in,
İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf 12/38) Millet
kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek
kullanılır.

"Allah'ın milleti", "Zeyd'in
milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın
mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla
gönderdiği şerîatın adıdır." der.
(el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328)

Şerîat: Şer', sözlükte suya giden yol
demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî
bir kavram olarak ise; yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir
amelin keyfiyeti ile ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin-
herhangi bir peygamberin ondan getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a
"din" ve "millet" adı verildiği de olur.
Şerîat, kendisine itaat edilmesi bakımından
"din"; dikte edilip yazılması bakımından
"millet"; belirlenmiş bir yol olması
bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır.
(et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760)

Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın
terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka
şöylece işaret etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların
biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bakımdan
bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden
farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola
uyulması açısından "tarîk" (yol); gereğince
dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından
"iman"; onu teslimiyetle kabul gereği açısından
"İslâm"; ona bağlanmanın
karşılığının verilmesi açısından
"din"; dikte ettirilip yazılmacı ve etrafında
toplanılması açısından "millet"; susayan
kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat";
bir diğer adı "en-Nâmûs" oları Cebrâil'in
vahiy yoluyla onu getirmiş olması açısından da
"en-Nâmûs" adı verilir." (Ebu'l-Bekâ, a.g.e.,
327-328).

Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki farka
gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir.
(Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat. "Din " mad.)

Din Koyucu Kim Olabilir?: "Din" in sözlük
anlamını gözönünde bulundurduğumuz takdirde,
insanların ferd ya da toplum olarak uydukları düzen,
benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi bir mana da ihtiva
ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen yalnızca
ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını
aşarak Âhiret'i de; insanlığın kendi
aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla
her türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının
davranışlarını, tutum ve faaliyetlerini,
konumlarını hem belirlemekte hem de bunları
değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline
vermektedir.

Din'in genel olarak mahiyeti bu olunca, ister Allah
tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı
olsun her bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda
bütün ideolojiler,...izm'ler, ve doktrinler de birer dindir. Bunların
yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak kendilerini sunmaları
ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri sürmeleri,
yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri
onların aşağılamak, mahkum etmek ve hayatın
dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den
-sözlük anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir
şey olmadıklarını göstermektedir. Bunlar birer
"dinsizlik dini"dir.

Bu beşerî doktrinler, ideoloji ve düzenler, aslında
İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri
"bağnazlık"ların en ileri türlerini
sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü bağnazlıklarla
birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın
çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve...izm'ler uğruna
işlenen cinayetler, zulümler ve katılıklar, geçmişte
işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek için araç
olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı
mıdır? Sömürgecilik uğruna Kapitalizmi*, Emperyalizmi*,
Komünizmi*, Siyonizm'i* yerleştirmek ve güçlendirmek için işlenmiş
"modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca
tutumlar" mı insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir,
yoksa genel olarak bütün dinleri ve bu arada da yegane hak din olan
İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak,
safdışı bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde
durulmak istenen, hak dinin sapması sonucu ortaya çıkan
cinayetler mi?

Bu sözler, bâtıl adına işlenen
cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen
şudur: İnsanlık, dini tanımadığını
ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir
din'e mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken
kendisi gibi yaratıkların ortaya koymuş olduğu, fakat
hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen,
sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani
"din"lere bağlanmakta, boyun eğmektedir. Çağdaş
dünya dininin ilahları Muhammed Esed'in ifade ettiği gibi
sermaye patronları, bankerler, sanayiciler,
şarkıcılar, artistler, sporculardır... Mabetleri ise
bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise her yere
çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp
beyinleri yıkanabilen, istenilen şekilde yönlendirilebilen
insan yığınlarıdır.

Açıkça anlaşıldığı gibi
durum şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen,
aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması,
bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil
arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş
yatmaktadır. Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki
belli birtakım görüş ve yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş
ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal, siyasal
ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında
eşya ve kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla
sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir
inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din"
olarak algılanmasını sağlamak için de başkalarını
ikna etmeye özel bir çaba harcamaktadır.

İşte aslında insanlığa belli
bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu
yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle-
düzenlemeye çalışan her bir sistem -adı Kominizm,
Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hristiyanlık ya da
başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir,
yani bir "din"dir.

Bu yorum ve açıklamaların Kur'ân-ı
Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı
olmadığı, aksine tam uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz
birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce
Allah, Rasûl'ünü hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak
üzere "hak din" ile göndermiştir. (et-Tevbe, 9/33;
el-Feth, 48/28; es-Saff, 61/9), Allah katında yegane geçerli din
İslam'dır. (Âli İmrân, 3/19) İslâm'dan başka
birdin arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve o,
Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır. (Âli İmrân,
3/85)

İşaret ettiğimiz bu âyetlerden ve daha
başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki,
İslâm'ın dışında başka dinler de
vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır.
İnanılıp uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa
erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak dinler de
vardır.

Buna göre insanların benimsedikleri,
inandıkları, düşünüş ve
yaşayışlarını hemcinsleriyle ve çevrelerindeki eşya
ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri
her bir düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna
"din" adının verilmesi ile verilmemesi arasında
bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha inanmaları
ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları
ya da açıklamamaları, bazı davranışlarına
"ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu
değiştirmez. Çünkü dinlerde aslolan bir "inanç
düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir hayat
anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı
olarak bir "yaşayış düzeni"nin varlığıdır.
Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni"
bulunamayacağına göre, insanlık için -bu manasıyla-
din dışında kalabilen bir hayat esasen düşünülemez
demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de
gözünden kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri
ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal adlı eserinde açıkça
şunları söylemektedir:

"Dünyada çeşitli din ve mezhep
mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek
çoktur. Aralarında İslâmî fırkalar da vardır;
yahudi ve hristiyanlar gibi indirilmiş kitapları olduğu
kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi
kitap indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk
felsefeciler, dehrîler* (zamandan başka maddeyi etkileyici bir faktör
tanımayan materyalistler), yıldızlara tapanlar,
putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve
tanımları olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı
olmayanları da vardır." (Şehristânî, a.g.e., I, 37)

Görüldüğü gibi her bir dünya, hayat ve
kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak
değerlendirilmiştir ve öylece değerlendirilmelidir. Durum
böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir iddia ile
ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün
olamaz.

Dinin kavranması için şu iki soruya cevap
verilmelidir:

1. Din, her halukârda hayat için kaçınılmaz
ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?

2. İstenen mükemmellikteki bir dini kim ortaya
koyabilir?

Bu iki soruyu cevaplandırmak gerekirse şunlar
söylenebilir:

İnsanın belli bir yapısının ve
bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu
olduğu herkes tarafından bilinir.

İnsanın, görünen ve duyularımızla
algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu
varlığının en küçük diliminde dahi kendisini
gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr
edilemez kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına
egemen olan, ona yön veren bir manevî varlığının da
bulunduğunu görüyoruz.

O halde insanlık için mükemmel bir dinin, insanın
hem maddî hem de manevî yapısını gözönünde bulundurması
ve bunların her birisini -ayrı ayrı ve
bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün
unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları
ahenk ve dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin
bunlardan birini görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir
şekilde hesaba katmamak gibi, insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde
dengesizlikler doğuracak bir değerlendirme yoluna gitmemelidir.
Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan ve bu yapıya
uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli
olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle,
istidatlarıyla, kabiliyetleriyle, imkânlarıyla,
kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla
ele alabilen bir dindir.

İnsan, tek başına, çevresiyle,
hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi
sınırlarını aşmayan bir varlık
değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek
diye birşey düşünülemez. O dünyaya geldiği andan
itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya ve kâinat ile ilişki
halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve
sorunlarla karşı karşıya kalır:

- Ben neyim? Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum?
Benim bu kâinat içerisindeki yerim neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde
uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa istediğim gibi
hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar neler
olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim?
Ailemle içinde yaşadığım toplum ve bütün insanlara
karşı sorumluluğum nedir? Onlarla ilişkilerimde
bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa
nelerdir? Ben onlara, onlar da bana karşı bir
haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz olursa buna
karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu
tedbirleri kimler alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü
ilişki nasıl ve kim tarafından belirlenecektir? Bu
ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?

Yani insanın hem eşya ile ilişkisi, hem
de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik, siyasal ve ahlâkî
ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından
belirlenmelidir? İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru
ve tatmin edici cevaplar vermesi kaçınılmazdır.

İnsanın, kendinden başkaları ile
ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir.
Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa
şevk ve ihtiyaç meyli vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata,düşman
ortam ve düzenlerde yetişen kimselerde dahi fıtratın bu
eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.

Peki insan denen bu varlığı ve kâinatı
en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat kendisinden de bu kâinatı
müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır?
O'nu tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve
sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun için neyin ifadesiyiz?
Bizden istekleri var mı? Bize karşı
davranışlarının, muamelesinin esasları nelerdir?

Evet, mükemmel bir dinin, yani insanın
hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve
benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar
vermesi kaçınılmazdır.

İnsan, yani selim fıtrata sahip;
sapıklığı, isyanın ve günahın
kirletmediği fıtrata sahip insan, bu dünya hayatının
sınırlılığından, darlığından,
yetersizliğinden rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin
her zaman haklarını alamadığını,
haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde
cezalandırılmadıklarını, zaman zaman
yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir.
Bu böyle ise, adil ve hakkaniyete bağlı kalmanın
faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur ki,
kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye
yeterli olmayabilir. Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi,
mazlumun hakkını alması, zalimin lâyığını
bulunan, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman
kanunlarıyla" ya da "tilkilik"
mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar
haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir"
mantığıyla davranacakları toplumsal ahlâkî bir
düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer
etmesi...

İnsan kendi ferdî hayatında bunların,
hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir. Buna rağmen
bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu
uğurdaki çalışmaları eğer eksik kalacaksa,
boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu
yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında
bu dünyanın "ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve
sağlıklı bir fıtrat*, mutlaka bu ihtiyacı
karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel
bir "din" fıtratın bu ihtiyacını da
karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr
bir şekilde cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel
bir şekilde çözebilmelidir.

Şimdi, ikinci sorunun cevabını aramaya
geçebiliriz:

Bu mükemmellikteki dini kim koyabilir?

Kur'ân-ı Kerim'in bu konuda bize verdiği
cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak ve
reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar
açıktır ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.

Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan
anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren,
hayatına egemen olan her bir düzen "bir din" olduğuna
göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki
sorularını cevaplandırmak, sorunlarını çözmek
iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki bir "din''in
koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı
Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir.
Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Yaratan, yarattığının
yapısına en uygun yolu gösterendir:

"Herşeyi yaratıp düzene koyan, onu
takdir edip ona yol gösteren... O en yüce Rab'binin adını
tesbih et." (el-A'lâ, 87/1-3)

Rablerinin kim olduğunu soran Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın
şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz
herşeye hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir. "
(Tâ-Hâ, 20/50)

Aynı cevabı Hz. İbrahim kendisiyle
tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud,
krallığının aynı zamanda insanların
hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını
kabul ettiğinden, kendisini de uyruğunu da Allah'ın dinine
tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış
bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:

"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında
İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim
Rabbim diriltir ve öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm'
demişti. İbrahim de: Allah güneşi doğudan getiriyor,
haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir,
şaşırıp kalmıştı. " (el-Bakara,
2/258)

>>>>>


Konular