Şamil | Kategoriler | Konular

Cebr

CEBR

Bir şeyi zaptetmek, tamir etmek, zorlamak, zor
kullanarak (ikrah) ıslah etmek, telâfi etmek. Genel anlamda cebr'in
mukabili ihtiyar; ikrâh'ın mukabili de rızâ'dır.

İcbâr, kelime anlamı itibariyle ikrah'a
yaklaşmakla, hatta bazı durumlarda birbirinin yerine
kullanılmakla beraber; her birinin kullanım alanı
umumiyetle farklıdır. İcbâr, daha ziyade, hukuken yetkili
bir kimsenin şer'î bir hükmü gerçekleştirmek amacıyla
bir kimseye bir işi zorla yaptırması veya o işi onun
adına, rızası ve ihtiyarı hilâfına cebren
yapması durumunu ifade eder. İkrah ise tam tersine, hukukî ve
meşrû olmayan bir zorlamayı ifade eder.

Velâyeti altında bulunan kimseler hakkında,
istesinler-istemesinler, tasarrufu geçerli (nâfiz) olan veliye "veliyy-i
mücbir" denir. Aynı kökten türeyen "cübâr"
kelimesi de, bir şeyin tazmin edilmesi gerekmeksizin telef
olması anlamındadır. (Bilmen, Ö. N., Istılahat-ı
Fıkhiyye, VII, 270). Yine cebr kelimesinin sözlük anlamına
bağlı olarak İmam Şâfiî (ö. 204/819), hac esnasında
vaki olan, meselâ, Arafat'ta gecelemeyi, şeytan taşlamayı
ve mîkatta ihrama girmeyi terketme gibi kusurları telâfi etmek
için kesilmesi gereken kurbanı "demu'l-cübrân" olarak
adlandırmıştır.

Meşru zorlama olarak da ifade edilmesi mümkün
olan cebr ve icbar, başta borçlar hukuku ve aile hukuku olmak üzere,
ceza hukuku ve vergi hukuku gibi pek çok alanda söz konusu
olabilmektedir.

Nitekim, velinin, bulûğa ermiş
kızı (bikr-i bâliğa), kızın dilemesi
olmaksızın-cebren- evlendirip evlendiremeyeceği hususu,
İslâm hukukçuları arasında tartışma konusu
olmuştur. Daha ziyade Hanefî hukukçular, bu konuda çoğunluk
hukukçulardan farklı bir görüş ileri sürmüşler ve
veliye, bikr-i baliğa'yı evlenmeye icbar yetkisi
tanımamışlardır. Hanefi hukukçular, icbâr yetkisi
konusunda "küçüklük"e (sığâr) itibar etmişler;
onu illet kabul etmişlerdir. Şâfiî hukukçular ise, bu konuda
"bekâret"i esas aldıkları için, onlara göre kızın
bulûğa ermesi velinin icbâr yetkisini kaldırmaz.

Aynı şekilde Hanefi hukukçuların da
dahil olduğu çoğunluk hukukçular, baba ve dedenin, "velâyet-i
icbâr" (icbar yetkisi) bulunduğunu; dolayısıyla, bulûğa
ermemiş çocuğunu, rızasını ve görüşünü
almaksızın evlendirebileceğini ifade etmişlerdir.
Bunun yanında Ebû Hanife, (ö. 150/767) miras ehli olan akrabanın
da bu hakka sahip olduğunu belirtmiştir. Şu farkla ki;
eğer evlendiren baba veya dede ise, küçük çocuk bulûğa
erdikten sonra evlenme akdinden vazgeçme ya da akdi feshetme hakkı
ve muhayyerliğine sahip olamaz. Fakat evlendiren, baba veya dede
dışında bir akraba ise, çocuk büluğa erdikten sonra
dilerse bu akde bağlı kalır, dilerse onu fesheder.

Ebu Yusuf (ö. 182/798) ve İmam Muhammed (ö.189/805)
ise, bulûğa ermemiş çocuğu ancak "asabe"* nin
evlendirebileceğini ifade etmişler, fakat bulûğdan sonra
çocuğun muhayyer olup olmadığı konusunda farklı
kanaatlere sahip olmuşlardır. Ebû Yusuf'a göre, asabeden
birinin evlendirmesi durumunda çocuk, büluğdan sonra muhayyerlik
hakkına sahip değildir. İmam Muhammed'e göre ise, çocuğu
evlendiren baba veya dede dışında biriyse, çocuk büluğdan
sonra muhayyerlik hakkına sahiptir. Yani, dilerse evlenme akdini
devam ettirir; dilerse fesheder. (el-Cassâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali
er-Razî (ö. 370/981), Ahkâmu'l-Kur'an, II, 341).

Diğer taraftan, cebr ve icbarın söz konusu
olabildiği bazı hususlar kısaca şöyle sıralanabilir.

Borcunu ödememekte direnen kimseye bir borcunnn
ödettirilmesi, irtifak haklarının gerçekleştirilmesi,
şuf'a* hakkına aykırı tasarrufun düzeltilmesi, zararın
ödetilmesi (ta'vîz) gibi konularda, kanunî yollarla cebr'e başvurulabileceği
kabul edilmektedir.

Kanunî cebr uygulaması, esas itibariyle, toplumun
sükûnet ve istikrarını kesintisiz devam ettirmek,
zayıfın ya da mağdurun hakkını, daha doğrusu
haklının hakkını haksızdan almak vb. gibi genel
gayelere yöneliktir. Zaten hukukun etkin ve dengeleyici olabilmesi için,
bu uygulama kaçınılmaz gözükmektedir.

Yunus APAYDIN

Kelâm: "Cebr" genel olarak irade ve ihtiyarın
zıddı anlamında kullanılıp, ıstılah
olarak da, kulun fiilini Allah'a isnat etmek, şeklinde
anlaşılır.

"Cebr"in sözkonusu edildiği bir durumda,
kulun irade ve ihtiyarından bahsetmek mümkün değildir. Bu
anlayışa göre, kul bir baskı ve zorlama
altındadır.,

İslâm mezhepleri tarihinde "Cebriyye"
adıyla bilinen fırkanın temel görüşünü, bu
"cebr" anlayışı teşkil etmektedir. Cehm b.
Safvan (ö.128/745)'in kurucusu olduğu bu fırkaya göre, insan
bu açıdan tıpkı cansız varlık gibi görülmektedir.
Onların tabiriyle kul, rüzgâr önünde giden bir yaprak gibidir.
Allah'ın yarattığı fiillere sadece bir sahne
durumundadır ve insanın yaptığı fiiller insana
mecazen nisbet edilir. Dolayısıyla kul, taat ve masiyette mecbur
olmuş olur; herhangi bir sorumluluğu yoktur. Ayrıca fiiller
zorunlu olunca da, ceza ve mükâfat zorunlu olmuş olur.
(Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, Beyrut (t.y.), I, 85-86).

Cebriyye'ye zıd bir görüşe sahip olan
"Kaderiyye" fırkasına göre ise, kul fiillerinde
sonsuz bir irade ve ihtiyara sahiptir. Kullara ait fiillerin Allah'ın
yaratmasıyla değil; kulun icadıyla meydana geldiğini
iddia ederler. Dolayısıyla dalâlet, hidâyet, hayır ve
şer tamamen kulun isteğine bağlıdır.

Gerek Cebriyye, gerekse Kaderiyye İslâmî fırkalar
olmak hasebiyle bunların doğuşunda nassların rolü
büyüktür. Kur'an-ı Kerîm incelendiğinde görülecektir ki,
bazı ayetler her şeyin kaderinin önceden belli olduğuna
delâlet ederken; bazıları ise insanın işlediği
fiillerinde sorumlu olduğunu göstermektedir.

Cebr inancına sahip olanların
sarıldıkları ayetlerden bazıları
şunlardır:

"Allah her Şeyin yaratanıdır.
" (ez-Zümer, 39/62). "Şüphesiz biz herşeyi bir
kadere bağlı (ölçüye göre) yaratmışızdır.
" (el-Kamer, 54/49). "Allah, sizi de
yaptıklarınızı da yaratmıştır. "
(es-Sâffât, 37/96). "De ki, Allah'ın bize
yazdığından başkası başınıza
gelmez. " (et-Tevbe, 9/51). "Allah'ın doğru yola sevk
ettiği kimse doğru yolda olur. Saptırdığı
kimseler ise, işte onlar mahvolanlardır. " (el-A'râf,
7/178) ve diğer ayetler... Ancak buna mukabil insanın irade hürriyetine
sahip olduğunu gösteren âyetler de vardır. (Bunlardan bir
kısmı için bk. el-Müddessir, 74/38; el-Kehf, 18/29; el-En'âm,
6/104).

Bu iki görüşü Ehl-i Sünnet açısından
ele alırsak; Cebriyye'de, ilâhî emir ve yasağın, mükâfat
ve cezanın hiç bir değeri olmamakta; kuldan sorumluluğun
tamamen kaldırılmasıyla ilgili dinî hükümlerin iptali
sözkonusu olmaktadır. Kaderiyye'de ise adeta, Cenâb-ı
Hakk'ın mülkünde O'nun bilgisi ve iradesinin dışında
bazı şeylerin cereyan ettiğine inanılmakla; bir nevî
başka bir yaratıcının varlığı kabul
edilmektedir. Bu, itikad açısından oldukça sakıncalı
bir durum arzeder.

Her iki fırkanın inancı da Ehl-i Sünnet
itikadınca kabul edilmemiş, tenkide tabi tutulmuştur.

Ehl-i Sünnet itikadınca kul, fiillerinde bir cebr
(zorlama) altında değildir. İrade ve ihtiyar sahibidir.
Ancak Kaderiyye'de olduğu gibi, bunlar yüce Allah'ın bilgisi ve
iradesi dışında değildir. İnsan isteyerek
fiillerinin sahibi olur. İsteyerek ve seçerek, kendi cüz'î
iradesiyle yapacağı fiilî tercih eder. Yüce Allah da o fiilî
yaratır. Yani yaratıcısı sadece Allah'tır. Kul
kesb edicidir.

İnsanın iki türlü fiilî vardır:

a) İnsanın irade ve ihtiyarı olmadan
meydana gelen fiiller ki, kalp atışı ve titreme gibi
fiiller bu gruba girer. Bunlar insanın irade ve ihtiyarı
dışında cereyan eder.

b) İnsanın irade ve ihtiyarıyla
yaptığı ihtiyarî fiiller. İşte bu tür fiillerde
irade ve seçme hürriyeti geçerlidir. Bu tür fiillerden kul sorumlu
olur. Dolayısıyla da ceza ve mükâfat sözkonusu edilir.

İnsanın, kendi ihtiyarî fiillerini bir
zorlama sonucu yapmayıp, iradesi doğrultusunda yapmasındaki
en önemli husus, onun bu fiillerin sorumluğunu üstlenmesidir.
Şayet böyle olmasaydı, herhangi bir sorumluluktan sözedilmez;
insanın cansız varlıktan bir farkı kalmazdı.
İnsan, işlediği fiilde herhangi bir zorlama altında
olmayacak, fiilî kendi iradesiyle işlemiş olacak ki;
yaptığı fiilden sorumlu olsun ve
karşılığında ceza ve mükâfat tahakkuk etsin.
Ancak daha önce de belirtildiği gibi, bu irade ve ihtiyar, fiili
yaratma noktasında değil, tercih ve seçme noktasında geçerlidir.
(et-Tahanevî, Keşşâfu Istılahati'l-Fünûn, İstanbul
1984, I, 199).

İnsanın aklı, zekâsı, muhakeme gücü
vardır. O, mükemmel bir varlıktır. Ne
yaptığını ve ne edeceğini bilmelidir ve ona göre
hareket etmelidir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de "Yaratan
Rabbi'nin adıyla oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini
öğreten Rabbin en büyük kerem, sahibidir" (el-Alak, 96/3-5)
buyuruyor. Yüce Allah'ın "oku" emrine muhatap olan insan,
iradesiz olamaz. Yine O'nun tarafından bilmediği şey öğretilen
insan, sorumsuz ve başıboş olamaz. O irade ve ihtiyar
sahibidir. Yaptığının ve
yapmadığının sorumluluğunu taşıyacak
kapasiteye sahiptir. Yine yüce Allah "Kim zerre kadar iyilik yaparsa
onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun
karşılığını görür" (ez-Zilzâl,
99/7-8) buyurmaktadır. Yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının
görülmesi, o işlerin dileyerek ve isteyerek yapılmış
olmasına bağlıdır. Ceza ve mükâfât ancak o işin
istekle ve seçerek yapılması sonucu sözkonusu olur.

Mehmet BULUT

Abdurrahim GÜZEL


Konular