Şamil | Kategoriler | Konular

Anayasa

ANAYASA

Herhangi bir devletin mahiyetini, yani asli organlarını:
bu organların, kuruluş, teşkilâtlanış ve
işleyiş tarzlarını, birbirleriyle olan yetki ve
sorumluluk ilişkilerini, devletin üstün otoritesi (iktidarı)
altında bulunan insanların temel hak ve özgürlükleriyle
ilgili hukuk, ilke, kural ve kurumların neler olduğunu
belirleyip gösteren temel belge. Bu anlamda, maddî bakımdan anayasa
kurallarını ayırıma yarayacak kıstas, bu
kuralların ilişkili bulundukları konular olmaktadır ki,
bu konuların kapsamına girecek bütün hukuk kuralları ve
belgeleri anayasa kavramı içinde düşünülmelidir. Başka
söyleyişle, herhangi bir devletin siyasî teşkilâtını
ilgilendiren ve temel organlarının kuruluş, görev ve
faaliyetlerini, bu organlar ile insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen
kural ve ilkelerin bütünüdür.

Devletin dayandığı temel yasa olarak
anayasa bu bakımdan ferdin hak ve özgürlüklerini belirlemek ve tanımak;
korumak ve gözetmek, özetle güvence altına almak için gerekli
düzenlemeyle birlikte zorunlu işlemleri ortaya koyar. İşte
bu düzenleme ve işlemler o devletin mahiyet, nitelik ve türünü
tespit etmek bakımından bir temel kıstas olma özelliği
de taşır ki; "hukuk devleti" "totaliter devlet",
"sosyal devlet", "adaletli devlet" gibi nitelemelerin
yapılmasına imkân verir.

Anayasa Türleri: Aslında anayasaları
yapılış şekli, kaynağı, muhtevası,
hukuk sistemi içindeki konumu vb. gibi açılardan türlere ayırmak
mümkün olabilir. Ancak anayasa hukuku açısından birbirleriyle
yakın ilişkileri bulunan iki ayrımın üzerinde
durulması yerinde olur:

Yazısız-Yazılı Anayasalar:
Anayasanın maddî ve şeklî bakımdan tanımına
bakıldığında, muhteva ve şekil yönünden öteki
yasalardan farklılık gösterdiği görülür. Başka söyleyişle
anayasa, devletin siyasî kuruluşuna, kamu otorite ve
organlarıyla bunlar arasındaki ilişkilere; hükümetin oluşturulmasına,
devletin şekline, özetle bu ve benzer konulara ilişkin
kuralların bütünüdür. İşte bu noktada anayasanın
öteki yasalardan farklı biçimde olduğu hususu, yani
hazırlanma ve değiştirilme usûl ve organlarının
farklılığı önem arzetmektedir. Bu bakımdan belli
usûl ve organlar tarafından yazılı bir şekilde
meydana getirilen anayasaya, yazılı anayasa; buna
karşılık anayasaya ilişkin kuralların bu tarzda
yazılı olarak değil de, örf ve âdetlere, geleneklere
göre oluşturulmasına da "yazısız" (teamülî)
anayasa denilir.

Bir milletin toplumsal yaşayışının
esası kabul edilecek bir yazılı kurallar bütünü oluşturacak;
yöneticilerin seçim, görev ve yetkilerini belirlemek sûretiyle keyfî
davranışlarını önleyecek; toplum fertlerinin temel
hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak bir düşünce
sisteminin meydana getirilmesi insanlık tarihinin önemli bir arayışı
olmuştur. Anayasacılık hareketi bu bakımdan üzerinde
dikkatle durulan bir gelişmedir. Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve düşünce
tarihi bu konuda son yüzyıllardaki Batı dünyasında ortaya
çıkan gelişmeleri odak kabul ettiğinden, bütün değerlendirmeleri
de bu bağlamda yapma "alışkanlığından"
uzak duramamıştır.

Anayasacılık hareketinin tarihi seyir içinde
geçirdiği süreci, bu bakımdan Batı'da son yüzyıllarda
kaydedilen gelişmeler ile sınırlandırmak, hakikatin
anlaşılmasında yeterli gözükmemektedir. Anayasacılık
hareketi bakımından Hz. Peygamber'in, dolayısıyla onun
önderliğinde aslî unsurunu müslümanların
oluşturduğu temel bir yasaya bağlı bir toplum ve
üstün otorite kuruluşunun Medine (Yesrib) de ortaya çıktığı
görülmektedir. Gerçekten, Arabistan'ın özel durumu bir tarafta
tutulsa bile, Hicret'in gerçekleştiği milâdi yedinci yüzyıla
kadar, temel bir yasanın, toplumun ve üstün otoritenin (devletin)
belirlenmesi ve kurulmasında benzer bir olaya tarihte
rastlamıyoruz. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in Medine'ye
hicretinden sonra gerçekleşen ve Medine'deki "kozmopolit"
toplum yapısını bir ümmet ve bir siyasî teşkilât
bütünlüğüne kavuşturmasında, çeşitli sosyal
grupların "konsensusu"nun sağlanmasında, "sosyal
sözleşme" diyebileceğimiz bu esas, temel yasa
olmuştur. Muhâcir ve Ensâr gruplarının
oluşturduğu müslüman topluluk yanında Yahudiler,
Hristiyanlar, hatta putperestler siyasi bir "camia" olma
iradelerini bir konsensus şeklinde beyan etmişlerdir.
İşte bu konsensusa dayalı "temel esas" denebilir
ki, dünya tarihinde ilk yazılı anayasal hareket ve belgedir.
Nitekim kırkyedi maddeden oluşan bu anayasal belgenin 1. maddesi,
amacı da belirlemektedir:

"Bu kitap (yazı, anayasal belge) Hz.
Peygamber Muhammed (s.a.s.) tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler
ve müslümanlar ve bunlara bağlı olanlarla beraber cihat
edenler için (olmak üzere tanzim edilmiştir)."

2. Madde devletin insan unsurunu da ihtiva edecek bir
tanım yapmaktadır: "işte bunlar, diğer
insanlardan ayrı bir ümmet (camia) teşkil ederler."
Sonraki maddelerde "ümmeti" oluşturan toplulukların
birbirleriyle ilişkilerinde riayet edecekleri esaslar
belirlendiği gibi, her topluluğun inançları da gözönünde
tutularak hak ve özgürlükleri tesbit edilmiş,
sınırları çizilmiştir. Bu anayasal belgenin Anayasa
hukuku açısından tahlili, İslâm hukukunun "sosyal
sözleşme"ye dayandığı anlamına
alınmamalıdır. Unutulmaması gereken husus bu anayasal
belgenin düzenlenmesi sırasında İslâm'ın hükümleri
Allah tarafından vahyedilmekteydi. Ancak bir müslüman fert ve
toplumunun inanç esasları, hayatı düzenleyecek kuralları
öz halinde indirilmişti. Dolayısıyla müslüman insan tipi
ve topluluğu, şartların oluşmasıyla kurulup düzenlenecek
yapının çekirdeğine sahipti. Yani İslâm'ın
hukukî özü; siyasî yapılanma formu, ferdî ve sosyal hayatı
düzenleme kabiliyet ve esnekliği, müslüman olmayan toplulukların
(Yahudiler, Hristiyanlar, Putperestler) şart ve durumları gibi
hususlar da dikkate alınarak uygulamaya konulmuştur. Hz.
Peygamber (s.a.s.) ve Râşit halifelerden sonraki dönemlerde,
siyasî oluşumlar belli oranda ayrı tutulursa, bu anayasal
belgenin ruhu korunmuştur denebilir. Nitekim zımmîlerin hukukî,
siyasî ve sosyal statüleri ve bunun uygulanması, İslâm
devleti hayatiyetini sürdürdüğü müddetçe devam etmiştir.

Hz. Peygamber'in önderliğinde hazırlanan bu
belge, yeryüzündeki anayasa hareketlerinde olduğu gibi, İslâm
hukukunun kaynağı şeklinde değerlendirilmemelidir.
Burada çok önemli bir farkın gözden uzak tutulmaması gerekir.
Meselâ yeryüzündeki, özellikle Batı'daki anayasaların
kaynağını hukukî, siyasî ya da sosyal bir belge oluştururken,
İslâm hukuku böyle beşerî bir kaynağa değil, vahye
dayalıdır. Böylelikle İslâm hukukunda anayasa meselesi
öteki anayasalardan farklı bir değerlendirmeyi zorunlu
kılar.

Özet olarak ana başlıklar hâlinde, bu
anayasal belgenin nitelikleri şu şekilde açıklanabilir:

Dil, ırk, din farklılığına
rağmen (burada dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. O da
"din" farkını nazar-ı itibara almama değil,
aksine "din" farkı gözönüne alınmakla birlikte)
bunların mahiyetlerine uygun bir yaşama ortamı
oluşturulmak istenmektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in "din"
farkı gözetmemesi, çok açıktır ki düşünülemez.
Aslında bu husus İslâm Hukuk Sistemi'nin çarpıcı ve
ne yazık kolayca gözden kaçırılan üstün yönüyle de
ilgilidir, devlet müessese ve teşkilâtlanmasının
dayanacağı, insan, yani "ümmet" unsuru oluşturulmaktadır.
Bu unsur içine giren farklı insan topluluklarının hak,
özgürlük ve görevleri de hükme bağlanmaktadır. Ensâr'ın
muhâcirlere karşı hak ve vecibeleri gibi, gayr-i müslimlerin
müslümanlarla ilişkilerinin niteliği ve yükümlülükleri
(meselâ savaşta) âmir hükümler şeklinde düzenlenmiştir.
(18, 24, 36, 37, 38, 47. md.'ler gibi)

Yine oluşan bu "ümmet"in iç ve dış
ilişkilerini, toprak (ülke) bütünlüğünü gerçekleştirecek
tedbirler, yani devletin coğrafi sınırları (mad. 39)
belirlenmiştir. iç-dış ilişkileri ve toprak bütünlüğü
sağlanan bu insan unsuru; eskiden beri sürüp gelen kan ve kabile bağıyla
değil, "din" farklılığına rağmen,
aslî belirleyici olan İslâm'ın ruhuna uygun "dava
birliği"yle toplum statüsü kazanacaktır. Bu da "ümmet"in
siyasî toplum olma kaynağını besleyecek mahiyettedir.
Zaten gayr-i müslimlerin ya da Muhâcirlerin veya Ensâr'ın hak ve
yetkileri, riâyet edilmesi gereken hukûkî esasları ihtivâ etme
yanında, bunun tabii sonucu olarak, siyasî hedefi veya hedefleri de
kapsar niteliktedir. (1, 36, 47; 25, 42 vb. mad.) Aslında bu yönüyle
bakıldığında mezkur anayasal belgenin bugünkü
anlamda anayasa kavramını ihtiva etmediği, hatta onun
üstünde bir özelliğe sahip bulunduğu görülmektedir.

Dünyada ilk yazılı anayasa olarak elimizde
bulunan bu belge, siyasî yapının işleyişini gerçekleştirici
idarî ve hukukî özerkliği, fertlerin veya toplulukların
anlaşmazlıklarını çözücü yargı özerkliği
sistemini getirmektedir (23, 25, 42. mad) Eğer topluluklar
aralarındaki anlaşmazlıkta çözüme ulaşamazlarsa, o
taktirde anlaşmazlığın çözümü doğrudan
doğruya Hz. Peygamber'in yetki ve görev alanına girmektedir.
Bunun anlamı hukukun uygulanmasında ihtilaf çıktığında
üst ve son yetkili mercinin Hz. Peygamber olmasıdır. Bu
özellik, bugünkü hukuk uygulamalarında, anayasa ve kanunların
anlaşılmasında meselenin yüksek yargı
organlarına götürülmesinin ilk örneğidir. Demek ki İslâm
devletinde en üst otoritenin Hz. Peygamber olduğu kabul edilip, bu
husus anayasada temel bir madde olarak belirtilmiştir. Daha sonraki dönemlerde
Ehl-i hal ve'l akd meclisi, hukukî-idarî müesseseler olarak teşkil
olunmuşlardır.

Öte yandan belgenin mali yükümlülük esasları,
savaş durumu ve bu esnada fert ve toplulukların hak ve
sorumlulukları (ödevleri) da hüküm altına
alınmıştır (3, 12, 17, 23, 24, 36, 37, 38. mad.)

Belgenin muhtevasından hareketle İslâm
toplumunda anayasanın kaynaklarının, aynı zamanda
İslâm hukukunun aslı kaynakları olduğu söylenmelidir.
(Kur'an, Sünnet, Râşid halifelerin uygulamaları ve İslâm
hukuk bilginleri yani müçtehitlerin görüş ve ictihadları
gibi)

Bu kaynaklara dayalı ve bağlı olarak
yapılacak bir anayasa, İslâm'ın itikadî esaslarını
genel ilkelere dönüştürme yanında, İslâm hukukunun mantığını
da özümlemelidir. Bu bakımdan genel anlamıyla İslâm
devletinin anayasası şu özellikleri kapsar:

1) Mutlak yaratıcı olan Allah, kanun koyucu
olarak da kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibidir. Yani
İslâm anayasasında hâkimiyet ve hüküm koyma yetkisi Allah'a
aittir.

2) Anayasa gibi kanunlar ve uygulamaları da,
İslâm hukukunun genel kaynaklarına ve ruhuna aykırı
olamaz ve bu kaynaklara ters düşecek şekilde yorumlanamazlar.

3) İslâm'ın insan ve toplum
anlayışı; soy, dil, toprak gibi belli bir unsurun
değil, İslâm'ın öngördüğü dünya görüşünün
temel ilke kabul edilmesini gerektirir.

4) Fertlerin maddî ve manevî varlıkları ve
bunlar için gerekli her türlü tedbirin alınması, düzenlemenin
yapılması (eğitim, öğretim, seyahat, düşünce,
ibadet, çalışma hak ve özgürlükleri; mal, can, namus ve sağlığın
korunması, imkân ve fırsat eşitliği; yiyecek,
giyecek, mesken sağlanması vb. gibi).

5) Gayr-i müslimlerin, İslâm hukukunun
öngördüğü esaslar dahilinde korunması, haklarının
koruma altına alınması .

6) Devlet başkanının seçimi; seçilecek
kimsenin nitelikleri, yetki ve sorumlulukları ve bunların temsil
ve devredilme usûlü.

7) Hükümetin teşkili, yetki ve
sorumlulukları .

8) Devletin idarî teşkilâtı; idarî yetki
ve sorumlulukların belirlenmesi.

9) Yargı organlarının teşkilât,
yetki, görev ve sorumlulukları.

10) Devletin dış ilişkilerde
uyacağı esaslar, burada görev alacakların seçimi, atanması
usûlü, yetki ve görevlerinin sınırlarının
belirlenmesi.

İşte ilk anayasal belge olan Medine İslâm
devleti anayasası bu konuda temel bir örnek olarak görülmelidir.
Sonraki yüzyıllarda bu türden bir girişimin olmaması bu
anayasal belgenin önemini ve değerini gölgelemez. Ne var ki,
İslâm ülkelerinde ancak batının etkisiyle ondokuzuncu yüzyılda
başlayan anayasa hareketleri, (Tunus'ta 1861'de, Türkiye'de 1876'da)
bu aslî örneği gözönünde tutmadığı için,
müslüman toplumun konsensusunu yansıtan belgeler olma
özelliklerini de kazanamamışlardır. Bunun çarpıcı
örneğini ülkemizde 1876'dan sonra yapılan anayasaların
muhtevasında açıkça görmek mümkündür.

Batı'daki anayasal gelişmeler, her ne kadar
onüçüncü yüzyılda İngiltere'de kral ile
aristokratların yetki ve imtiyazlarını düzenlemeye çalışan
Megna Carta Libertatum'a dayandırılmak isteniyorsa da,
aslında gerçek anlamda onyedinci ve onsekizinci yüzyılda
"Toplum Sözleşmecileri" olarak bilinen Hugo Grotius, John
Locke ve Jean -Jacques Rousseau'nun mutlakiyetçi krallara karşı
verdikleri düşünce mücadelesinde temellerini bulabilmiştir.
Ancak Toplum Sözleşmecilerinin kralın mutlak ve keyfî
otoritesine karşı engel oluşturacak, onu
sınırlandıracak, yetki ve görevlerini belli esaslara bağlayacak
düşünce tartışmaları anayasacılık
hareketinin doğumunu hazırlamıştır. Bu düşüncelerin
uygulamaya aktarılması çabası olarak da
değerlendirilebilecek Amerikan ve Fransız ihtilalleri
anayasacılık hareketini
hızlandırmıştır. Fakat bu gelişmeler
meyvesini on dokuzuncu ve özellikle yirminci yüzyıllarda
verecektir. Toplumun yönetim ve teşkilâtlanmasında, devletin
siyasi iktidarını kullananların görev ve yetkilerinin
belirlenerek sınırlanmasında, ferdin insan hak ve
özgürlüklerinin tanımı , tanınması,
sınırlarının çizilmesi Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları sonlarında yeni ve değişik
şekillerde anayasalara girebilecektir.

Osmanlılarda devletin üstten aldığı
kararlar sonucu başlatılan batılılaşma hareketi,
anayasacılık hareketi alanında da etkili olacaktır.
1808 tarihli Sened-i İttifak, Osmanlı döneminin ilk anayasal
belgesi gibi gösterilse de, aslında bunda, devletin siyasî iktidarını
kullanmada ortak olan kimselerin veya zümrelerin (Ayan, ehl-i örf vb.
gibi) ortaklaşa sınırını belirleme düşüncesi
ağır basmakta, dolayısıyla bir anayasal belgeden çok
bir "bürokratik anlaşma" niteliği öne çıkmaktadır.
Aynı şekilde "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ve
sonraki "Islahat Fermanları" da değişik alanlarla
ilişkili görünse bile, gerçek anlamda anayasal belgeler olarak değerlendirilmekten
uzak sayılabilirler. Ancak 1293 (1876) "Kanun-i Esâsî"yle
anayasa kavramına uygun gelişmelerin kapısı
aralanacaktır. Fakat gerek 1. Meşrutiyet olarak
adlandırılan 1876 "Kanun-i Esâsî"si, ve gerekse
bunun değiştirilmesini amaçlayan ve II. Meşrutiyet olarak
nitelendirilen 1909 değişiklikleri, toplumun ve devletin
teşkilâtlandırılması bakımından
tartışmaya açık sınırlı veya eksik anayasal
belgeler olarak değerlendirilebilir.

Cumhuriyet döneminin ilk anayasası sayılan
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, meclis üstünlüğü anlayışına
dayalı (Meclis Hükümeti), hâkimiyetin millette olduğunu
belirtmekle birlikte yasama ve yürütmeyi mecliste toplayan, cumhurbaşkanı
ve bakanlar kurulu gibi devletin esas organlarına yer vermeyen ve
siyasî niteliği hukukilîğe ağır basan bir
sınırlı anayasal belge görünümündedir.

20 Nisan 1924'te kabul edilen Teşkilât-ı
Esasiye Kanunu 105 maddeden oluşmakta; 1921 Anayasası'nın
ilkeleriyle, parlamenter sistemin esaslarını birleştirmeyi
amaçlamaktaydı. Cumhuriyet ilkesi yanında, "Devletin dini,
İslâm dinidir" esasını kabul etmişken, 10 Nisan
1928'de bu hüküm kaldırılmıştır. 5 Aralık
1934'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş,
yapılan 5 Şubat 1937 değişikliğiyle, o dönemin
tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin parti programındaki
cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik,
laiklik ve devrimcilik, anayasa ilkesi hâline dönüştürülmüştür
. 10 Ocak 1945'te anayasanın dili "Öztürkçeleştirildi"yse
de 24 Aralık 1952'de yeniden önceki hâline getirildi ki; bu tür değiştirmeler
toplumun temel yasa kabul ettiği bir belgenin sürekli tartışma
gündeminde tutulmasına yol açmış, hatta devletin hukuka
bağlılığı şüphesini bile doğurmuş
sayılmalıdır.

1961 Anayasası bir tepki anayasası özelliğinde
olmakla birlikte, 1924 Anayasası'ndan farklı olarak
hakimıyetin kullanılmasında parlamentoyu, tek yetkili
olmaktan çıkartarak "yetkili organlar"dan biri hâline
getirmiştir. Dolayısıyla yürütme organının
yetkisi de sınırlandırılmıştır ki, bu,
1950-60 döneminin siyâsî iktidar uygulamalarına bir tepkinin
ifadesi sayılabilir. Öte yandan 1961 Anayasası devletin
niteliklerinde yeni yaklaşımları gerçekleştirmeyi amaçlar
gözükmektedir. Bu bakımdan insan haklarına dayanan,
demokratik, sosyal devlet ve hukuk devleti gibi yoğun
tartışmaları da beraberinde getiren ilkeleri kapsamına
almaya çalışmıştır. Ayrıca temel hak ve
özgürlüklerin kapsamının genişletildiği, özellikle
"Sosyal ve iktisâdî Haklar ve Ödevler" başlığı
altında bazı hak ve özgürlüklerin düzenlendiği söylenebilir.
Fakat 1971 değişiklikleriyle bunların
sınırlanması yoluna gidilecektir. Yine hukuk devleti
kavramına bağlı olarak getirilen Anayasa Mahkemesi kurumu
da parlamenter düzen içinde ve parlamentonun da üstünde olan bir başka
yenilik sayılmıştır.

1982 Anayasası da, 1961 Anayasası gibi bir
tepki anayasasıdır. Bu tepki 1961 Anayasası'na ve
getirdiği sisteme karşı olduğu kadar, siyasi
kadrolara, üniversite ve aydın çevrelere, toplumdaki düşünce
kaynaşmalarına karşı da olmuştur. Anayasa,
tekniği bakımından karışık ve yetersiz
olması yanında, kendi içinde de çelişkiler ve çatışıklar
taşımaktadır. Toplumsal sözleşme ya da toplumdaki çeşitli
sınıf veya zümrelerin uzlaşmasını
yansıtmaktan çok, bazı zümrelerin (örneğin asker,
uluslararası iş çevrelerinin uzantıları durumunda
bulunan sınırlı bir "işadamı"nın,
anlayış, zihniyet ve çıkarının ağır
bastığı bir siyasi belge özelliğindedir ki, 1808
Sened-i İttifak'ının çağdaş bir uyarlaması
olarak da değerlendirilebilir. 1982 Anayasasıyla temel hak ve
özgürlükler konusunda da sınırlar getirilmiştir. Din
eğitimi alanında belli bir yumuşama ortaya konularak
İslâm'dan yana olan kitlenin beğenisi ve takdiri
kazanılmaya çalışılmışsa da, bunun insan
hak ve özgürlükleri içindeki yeri istenilen bıçimde
belirlenememiştir. Ayrıca yürütme organına,
dolayısıyla siyasî iktidara geniş yetkiler verilmesi ve
bunu sınırlandırıcı kurumların yeterince düzenlenmemesi"
"seçimli diktatörlük" olarak nitelendirilecek bir uygulamadır.

Bibliyografya:

Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun
Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İstanbul, Servet Armağan,
Türk Esas Teşkilât Hukuku, İstanbul 1979; İlhan Arsel,
Anayasa Hukuku Demokrasi, İstanbul 1968; Ali Fuat Başgil, Esas
Teşkilât Hukuku, İstanbul 1960; Kemal Dal, 1961 Cumhuriyet
Anayasası Üzerine Düşünceler, A.İ.T.İ.A. Dergisi,
c. IX, 1-2, Ankara 1977; Muhammed Hamidullah, İslâm'da Devlet
İdâresi, İstanbul 1963; Aynı müellif, İslâm
Peygamberi, İstanbul 1966; Aynı müellif, Hz. Peygamber'in Savaşları,
İstanbul 1962; Aynı müellif, İslâm'ın Hukuk
İlmine Yardımları, İstanbul 1962; Hayreddin Karaman,
Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1968; Mevdudi, İslâm
Anayasası, Çev. İhsan Toksarı, İstanbul 1969;
Aynı müellif. İslâmda hükümet (Çev. Ali Genceli), Ankara;
Mâverdi Ebu'l-Hasan, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, Çev. Ali Şafak,
İstanbul 1976; Selçuk Özçelik, Esas Teşkilât Hukuku
Dersleri, İstanbul 1978; Joseph Schacht, İslâm Hukukuna Giriş
(Çev. M. Dağ-A.Şener), Ankara 1977; Mümtaz Sosyal, 100 soruda
Anayasanın Anlamı, İstanbul 1979; Salih Tuğ, İslâm
Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969; Tarık Zafer
Tunaya, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, İstanbul 1969.

İsmail KILLIOĞLU


Konular