Şamil | Kategoriler | Konular

Yargı

YARGI (KAZÂ)

İnsanlar arasında hüküm verme, yargılama,
hükme bağlama anlamında Arapça "Kadâ-yakdî"
fiilinden bir mastar; "Kazâ" bir isim olarak; yargı, hüküm,
yerine getirme, ödeme, edâ ve mahkeme etme işi anlamlarına
gelir. Bir fıkıh terimi olarak kazâ; insanlar arasındaki
husûmetleri gidermek ve anlaşmazlıkları sona erdirmektir.
Şâfiîlerin tarifi şöyledir: Kazâ; iki ve daha çok kişi
arasındaki husûmeti Allah'ın hükümlerini uygulayarak
çözmektir. Başka bir deyimle, şerîatın hükmünü
belirli olaylara uygulamaktır (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr,
1. baskı, Mısır 1316/1898, V, 453; İbn Âbidîn,
Reddü'l-Muhtâr, Mısır, t.y., IV, 309; eş-Şirbînî,
Muğnî'l-Muhtâc, Mısır, t.y., IV, 372).

İnsanlar arasındaki
anlaşmazlıkları yargı yoluyla çözme görevinin meşrûluğu
Kitap, Sünnet ve İcmâ delilleriyle sâbittir.

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: Ey
Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde, insanlar
arasında hak ve adaletle hükmet. Hüküm verirken duygusal hareket
etme ki bu, seni Allah yolundan saptırır" (Sâd, 38/26);
"Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet.
Onların heva ve heveslerine uyma "el-Maide, 5/49);

"Şüphesiz biz, sana kitabı,
Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen
için, hak olarak indirdik. Hıyânet edenlerin savunucusu olma"
(en-Nisâ, 4/105). Müslümanların dışında ehl-i
kitaptan başvuran olduğu takdirde onlara da İslâm'ın
hükümleriyle hükmedilmesi şöyle açıklanmıştır:
"Onlar çok yalan dinleyen ve haram yiyenlerdir. Eğer sana
başvurulursa, aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir.
Onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir şekilde zarar veremezler.
Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah
adalet sahiplerini sever" (el-Mâide, 5/42).

İslâm toplumunda insanlar arası
anlaşmazlıkların vahiy ve Sünnetle çözülmesi gerektiğini
bildiren daha pek çok âyet ve hadisler vardır. Yargı
kapsamına Sünnet de dahildir. Bu esas şu âyetlerde açıkça
ifade buyurulmuştur:

"Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği
zaman, artık mü'min bir erkek ve kadının, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı
gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur" (el-Ahzâb, 33/36); "Hayır! Rabbine yemin olsun ki,
onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem
yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde
bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar" (en-Nisâ, 4/65).

Hz. Peygamber ve dört halîfe döneminde, insanlar
arası anlaşmazlıkların vahiy ve Sünnetle
çözümlendiğine dair bir çok uygulama örnekleri vardır.
Hatta daha Rasûlüllah (s.a.s) hayatta iken uzak yörelere hâkim olarak
görevlendirmeler yapıldığı bilinmektedir.

Nitekim Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'i (ö. 18/639)
Yemen'e hem vali hem de hâkim yetkileriyle mücehhez olarak gönderirken,
aralarında şu konuşmanın geçtiği meşhurdur.
Hz. Peygamber'in "Yemen'de ne ile hükmedeceğini"
sorması üzerine Muaz (r.a), "Allah'ın kitabı
ile" cevabını vermiştir. "Allah'ın
kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca;
"Rasûlüllah'ın sünnetiyle" demiştir. "Onda da
bulamazsan?"sorusuna ise Muaz "Re'yimle ictihad ederim"
diye cevap vermiştir (Tirmizî, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, V, 230,
236, 242; Şâfiî, el-Ümm, Mısır 1329, VII, 273). Böylece,
Kitap ve Sünnet'te çözüm bulunamayan sosyal ve ekonomik problemlerin
ictihad yoluyla çözülmesine bizzat Allah elçisi tarafından izin
verilmiştir. Hatta yönetici ve hâkimlerin yeni meseleleri çözmek
için sarf edecekleri fikir ve görüş mesaisinin ecri şöyle
belirlenmiştir: "Yönetici ve hâkim ictihad yaparak
hükmedince, bunda isabet ederse kendisi için iki ecir vardır.
İctihad edip yanılırsa, kendisi için bir ecir vardır"
(Buhârî, İ'tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15; A. b. Hanbel, III,
187). Hâkim ve ed-Dârekutnî'nin rivâyetinde son kısım şöyledir:
"Hâkim ictihad edip yanılırsa, kendisi için bir ecir,
isabet ederse on ecir vardır" (Zeylaî, Nasbû'r-Râye, 1. baskı,
el-Mektebetü'l-İslâmiyye,1393/1973, IV, 63; Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid Mısır, t.y., IV, 195).

Hz. Peygamber kendisi pek çok anlaşmazlıkları
Allah'ın kitabı veya kendi sünneti ile çözümlemiş ve
Muaz b. Cebel (r.a)'den sonra Hz. Ali'yi (ö. 40/660) de Yemen'e kazâ
(yargı) hizmeti için göndermiştir (bk. Zeylaî, a.g.e., IV, 60
vd). Dört halîfe de insanlar arasında bizzat hüküm vermişler,
Hz. Ömer (ö. 23/643), Ebû Musa el-Eş'arî'yi (ö. 44/664) Basra'ya
kadı olarak göndermiştir. Abdullah b. Mes'ud (r.a) de (ö.
32/652) Kûfe'ye kadı olarak gönderilenlerdendir.

İslâm toplumundaki anlaşmazlıkları
çözmek üzere hâkim tayin etmenin meşrûluğu konusunda görüş
birliği vardır. Çünkü haklar ancak bu şekilde güç
kullanarak alınır ve zulüm bu sayede önlenebilir.

Kazâ görevi kifâî farzlardandır. İslâm
devlet başkanının hâkim tayin etmesi gerekir. Çünkü, o
işlerinin çokluğu yüzünden insanlar arasındaki düşmanlık,
anlaşmazlık ve hasımlaşmaları bizzat
kaldırmaya güç yetiremez. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyurulur: "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve
Allah için şahitlik edenler olun. Hatta bu hüküm veya
şahitlik kendinizin veya ana ve babalarınızın ve
yakın hısımlarınızın aleyhine olsun veya
taraflar zengin veya yoksul bile olsa (adaletten ayrılmayın)?
(en-Nisâ, 4/135). Kaza görevinin kifâî farz oluşu iyiliği
emir ve kötülüğü nehiy kapsamına girmesi yüzündendir. Bazı
İslâm bilginleri de kazâ görevinin, dinî bir iş, Müslümanların
maslahatlarından bir maslahat olduğunu ve buna
yardımcı olmak gerektiğini, çünkü insanların buna büyük
ihtiyaçlarının bulunduğunu söylemişlerdir (bk. el
Meydânî, el-Lübâb, Dersaadet İstanbul, t.y., tıpkı
basım, IV, 77). Diğer yandan hâkimlik Allah'a yaklaşma ve
onun rızasını kazanma imkânı veren bir ameldir.
Nitekim Abdullah b. Mes'ud (r.a); "Bana, iki kişinin
arasında kadı olarak oturmak, yetmiş yıl ibadetten
daha sevimlidir" demiştir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî
ve Edilletüh, 2. baskı, Dımaşk, 1405/1985; IV, 481).

İslâm Hâkiminde Aranan Şartlar Mezhep
imamları, İslâm toplumunda kadılık yapacak kimsenin
akıllı, ergin hür, Müslüman olması işitir, görür
ve konuşur durumda bulunması gerektiği konusunda görüş
birliği içindedir. Adalet, erkek olma ve müctehid olma
şartlarında ise görüş ayrılığı
vardır (bk. el-Kâsânî, Bedâiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut
1394/1974, VII, 3; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid II, 449; eş-Şirbînî,
Muğnî'l-Muhtâc, IV, 375; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı,
Kahire 1970, IX, 39).

Görüş ayrılığı bulunan bu
üç şartın açıklaması kısaca şöyledir:

1- Adâlet: Hanefîlere göre fâsık kimse hâkimlik
yapabilir. İmanı olduğu halde namaz, oruç gibi ibadetleri
terkeden veya içki, kumar, zina gibi haramları işleyen kimseye
"âsî" ve "fâsık" denir. Böyle bir kimse
ihtiyaç sebebiyle atanmış olursa, hâkimliği geçerli
olur. Ancak İslâm devletinin böyle bir kimseyi hâkim atamaması
gerekir. Nitekim, hâkimin, fâsık olan bir kimsenin
şahitliğini kabul etmemesi gerekir, ancak davanın
gidişi içinde böyle bir şahidi takdir hakkını
kullanarak kabul etmiş olsa, bu caiz olur. Fakat fâsık hâkimi
tayin eden kimse ile, fasık şahidi kabul eden hâkim günahkâr
olur. Çünkü bu yolla adalete gölge düşme kapısı açılmış
olur. Diğer yandan kendisine zina iftirası cezası (kazf)
uygulanmış olan kimse ne hâkim tayin edilebilir ne de
şahitliği kabul edilir. Çünkü şahitlik velâyetin en aşağı
derecesidir. Şahitlik kabul edilmeyince, öncelikle kadı tayin
edilmemesi gerekir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, hâkimde
adalet şartının bulunması gerekir. Çünkü ve fasığın
ve ne de şahitliği reddeden kimsenin velâyet üstlenmesi caiz
değildir. Delil şu âyettir: Ey iman edenler! Size fâsık
bir kimse bir haber getirdiğinde (bu haberin doğruluk
derecesini) araştırın. Aksi halde bilmeksizin bir
topluluğa sataşırsınız da
yaptığınıza pişman kimseler olursunuz"
(el-Hucurât, 49/6). Bir kimsenin getirdiği haber yani onun o
konudaki şahitliği geçerli sayılmayınca, bu kimsenin
öncelikle hâkim olmaması da gerekir.

2- Erkek olma: Hanefilere göre, kadının mâlî
konularda hâkimlik yapması caizdir. Çünkü günlük muamelelerde
onun şahitliği geçerlidir. Ancak had ve kısas
cezasını gerektiren davalarda kadın hâkim görev yapamaz.
Çünkü kadının cinayet davalarında şahitliği
kabul edilmez. Bu görüş kazâ ehliyetinin şahitlik ehliyeti
ile aynı nitelikte görülmesi esasına dayanır.

Çoğunluk fakihlere göre ise hâkimlikte erkek
olmak şarttır. Kadın kazâ görevi üstlenemez; delil
şu hadistir: "İşlerini bir kadına bırakan
topluluk asla felah bulamaz" (Buhârî, Meğâzî, 82, Fiten, 18;
Tirmizî, Fiten, 75; Nesaî, Kudât, 8; Ahmed b. Hanbel, V, 43, 51, 38,
47). Aynı hadis bazı rivâyetlerde; "Kendilerine bir kadını
devlet başkanı (melike) yapan bir topluluk asla felah
bulmaz"şeklindedir. Devlet başkanlığı kazâ
görevini de kapsadığı için buradaki rivâyet farklılığı,
sonucu etkilemez. Klâsik fıkıh kaynaklarında
kadının kazâ görevi dışında
tutulmasının gerekçesi şöyle açıklanır: Kazâ
görevi tam görüş sahibi olmayı, aklı ve uyanık
bulunmayı, bir de hayat olayları karşısında tecrübe
kazanmış olmayı gerektirir. Kadının ise görüş
ufku dardır. Bu, tecrübesinin azlığından ve hayat
olaylarının içinde bulunmayışından
kaynaklanır. Diğer yandan hâkimin, fakihleri, şahitler ve
hasımlardan bir takım erkeklerle oturum yapması gerekir.
Kadına ise, fitne korkusu yüzünden erkeklerle oturum yapması
ise yasaklanmıştır. Allah Teâlâ, kadınların
şahitliği konusunda onların bir özelliğini şöyle
belirler: "Erkeklerinizden iki de şahit yapın. Eğer
iki erkek bulunmazsa, razı olacağız şahitlerden bir
erkekle iki kadın yeter. Böylece kadınlardan biri unutursa
diğerinin hatırlatması (sağlanmış olur)?
(el-Bakara, 2/282). Bu duruma göre kadınlar İslâm devlet başkanlığı
veya vâlilik görevi için de elverişli bulunmazlar. Çünkü ne Hz.
Peygamber ne dört halife ve ne de ondan sonra gelenler herhangi bir kadına
yargı veya vâlilik görevi vermemişlerdir (bk. İbn Rüşd
a.g.e. II, 449; eş-Şirbînî, a.g.e., IV, 375; İbn Kudâme,
a.g.e., IX, 39).

Ancak günümüz mü'min kadınlardan İslâmî
ölçüler içinde eğitim görmüş, hukuk formasyonunu
tamamlamış, Müslümanların
karşılaştığı problemlerin şer'î
fetvalarını verecek dirayeti kazanmış, İslâm
toplumunu yakından tanıyan, sosyal olayları yakından
izleyerek tecrübe kazanmış olan bilgin hanımlar için
yukarıdaki gerekçeler önemini kaybetmiş olur. Diğer
yandan herkese açık olan duruşma salonlarında, sanık,
şahit, davacı, davalı, bilir kişi ya da
duruşmayı izleyenlerin kendilerine ait özel yerlerde otur makta
oluşu erkek kadın ihtilât endişesini ve iffetle ilgili
fitne korkusunu da kaldıracak yapıdadır. Bununla birlikte
toplumun en çirkin olayları, zulüm, haksızlık ve sert
anlaşmazlıklar mahkemelerde sergilendiği için erkeğe
göre daha nazik, daha ince duygulu bir ruha sahip olan mü'min kadının,
fıtratına uygun olan başka meslekleri tercih etmesi
maslahata daha uygun olsa gerektir.

Bu konuda İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922)
şöyle demiştir: Kadının her konuda mutlak olarak
hakimlik yapması caizdir. Çünkü kadının müftî olması
caiz olunca, hâkim olmasının da caiz olması gerekir"
(ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 483).

3- İctihad Şartı: Hanefilerin çoğunluğuna
göre hakimin ictihad edecek derecede ilim sahibi olması şart
değildir. İctihad şartı gerçekte bir tercih sebebi ve
mendup bir vasıftır. Hâkimin müctehid olmayanı taklid
etmesi ve başka müctehidin fetvası ile hüküm vermesi caizdir.
Çünkü yargıdan amaç, hasımların arasında
ayırmak ve hakkı sahibine ulaştırmaktır. Bu ise
taklitle de gerçekleşir. Diğer yandan cahil kimsenin şer'î
hükümlerin delillerini ayrıntılı şekilde taklid
etmemesi gerekir. Çünkü delilleri karıştırır ve düzgün
olanı da bozabilir.

Şafii, Mâliki ve Hanbelîlerle Kudûrî gibi bazı
Hanefilere göre, hâkimlik için müctehid olmak şarttır. Ne
cahil ve ne de taklitçi için şerîat hükümleri üzerinde velâyet
hakkı bulunmaz. Çünkü bunlar fetva veremediği gibi,
öncelikle hâkimlik görevi de üstlenemezler. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "Onların aralarında Allah'ın indirdiği
ile hükmet" (el-Mâide, 5/9). Burada; "başkalarını
taklid ederek" buyurulmadı. Yine şu âyetlerde de hâkimin,
İslâmî hükümleri bilmesi gerektiğine işaret
vardır: "Şüphesiz biz sana, kitabı Allah'ın sana
gösterdiği şekilde insanlar orasında hükmetmen için hak
olarak indirdik" (en-Nisâ, 4/5). Herhangi bir konuda anlaşmazlığa
düşerseniz, onu Allah'a ve Rasûlüne döndürün" (en-Nisâ,
4/59).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kadılar üç çeşit olup birisi Cennette, ikisi
Cehennemdedir. Cenette şudur Bir adam hakkı bilir ve onlarla hüküm
verir. Başka bir adam hakkı bilir fakat hükümde haksızlık
yapar, bu ateştedir. Başka bir adam da insanlar arasında
bilmeden hüküm verir, o da ateştedir" (Ebu Dâvud Akdıye,
2; İbn Mâce, Ahkâm, 3).

Hanefîlerden el-Kudûrî (ö. 428/1037) hâkimin
şahitlik şartların. dan başka şahitlik
şartları yanında müctehid olmasının da gerekli
olduğunu belirtir. Kudûrî metnini şerheden el-Meydânî
el-Hidâye'den naklen şöyle der: "Doğru olan şudur
ki; ictihad ehliyeti öncelik şartıdır. Cahilin taklidine
gelince, bize göre bu da geçerlidir. Çünkü onun başkasının
fetvası ile hüküm vermesi ve yargıdan beklenen amacın
bununla gerçekleşmesi mümkündür. Bu amaç da hakkın hak
sahibine ulaştırılmasıdır. Ancak taklitçinin
kendisinden daha güçlü ve daha lâyık olan tercih etmesi gerekir.
Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bir kimse toplumda
ondan daha iyisi olduğu halde amelde delilini araştırmadan
başka birisini taklit ederse, Allah'a, Rasûlüne ve İslâm
toplumuna karşı hıyânette bulunmuş olur"
(el-Meydânî, el-Lübâb, IV, 78).

Mâlikîlerde daha sağlam görüşe göre,
müctehid bulunsa bile, taklitçiye yargı velâyetinin verilmesi
geçerlidir (ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 483).

İctihad ehliyeti Kitap ve Sünnet hükümleri ile
icmâ, kıyas ve görüş ayrılığı olan
konuları ve Arap dilini bilmeyi kapsar. Fakîhin Kur'an ve Sünnetin
veya gelen habercilerin bütününü bilmesi gerekmez. Yine bu kimsenin
bütün meselelerde ictihad yapacak durumda olması da şart
değildir. Belki çözümlenmesi gereken konu ile ilgili hususları
bilmesi gerekir.

İmam Şâfiî ayrılığı
bulunan şartlarla ilgili olarak şöyle der: "Bu
şartlarının bulunması güç olur ve İslâm devlet
başkanı kendisine fasık veya delilini
araştırmadan başkasını taklit eden birisine
yargı velâyeti verse, bunun yargı görevi zarûret sebebiyle
geçerli olur. Sonuç olarak hâkimlikte üstün niteliklere sahip olmak
bir tercih sebebidir. Meselâ; iki kişiden her biri kazâ görevine
ehil olsa; ilimde, dindarlıkta, takvâda, adâlet, iffet ve güçte
daha üstün olan başkalarına tercih edilir. Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Kim müslümanların bir
işini üstlenir ve içlerinde bu ise daha ehil, Allah'ın
kitabını ve Rasûlünün sünnetini ondan daha iyi bilen
birisinin bulunduğunu bildiği holde onlara bir adamı voli
olarak tayin ederse, Allah'a Rasûlüne ve İslâm toplumuna hıyanet
etmiş olur" (Ahmed b. Hanbel, II, 377; Zeylaî, Nasbu'r-Râye,
IV, 62; bk. el-Kâsânî, a.g.e., VII, 3; İbnü'l-Hümâm,
Rethu'l-Kadîr, V, 453 vd. 485; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 312 vd.;
İbn Rüşd, a.g.e., II, 449; eş-Şirbînî, a.g.e., IV,
375 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 290; İbn Kudâme,
el-Muğnî, IX, 39 vd).

Hâkimlik Görevine Başvurma Usûlü.

Bir beldede hâkimlik yapabilecek niteliklere sahip tek
kişi varsa, bu kimsenin görevi isteyip kabul etmesi gerekir. Aksi
halde diğer aynî farzlarda olduğu gibi âsî olur.
Yöneticilerin onu görevi kabul etmeye zorlama hakkı vardır.
Çünkü İslâm toplumunun onun ilmine ve görüşlerine
ihtiyacı vardır. Bu, yanında yiyecek bulunup da darda kalan
kimseleri bundan menedenin durumuna benzer. Bir beldede, yargı
işine ehil birden çok kimseler varsa, bunlardan her birinin kabul
edip etmemesi caiz olur. Dört mezhepte çoğunluğa göre bu
durumda görevi kabul etmemek daha faziletlidir. Çünkü Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Kim kazâ işine tayin olunursa,
bıçaksız boğazlanmış olur." (Tirmizî,
Ahkâm,1; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 259 vd.;
Zeylâî, a.g.e., IV, 64). Nitekim bu şiddeti uyarılar yüzünden
Abdullah b. Ömer (ö. 73/692) ve Ebû Hanîfe (ö. 150/767) gibi bazı
büyük müctehidler hâkimlik görevini kabulden kaçınmışlardır.
Bu göreve aşırı istekle talip olmanın mekruh
olduğu belirtilir. Çünkü Hz. Peygamber, Abdurrahmân b. Semüre
(ö. 51/671)'ye şöyle demiştir. Ey Abdurrahmân b. Semüre!
Yöneticiliği isteme. Eğer yöneticilik sana istemeksizin
verilirse, yardımcı ol" (Buhârî, Ahkâm, 5, 6, Eymân, 1,
Keffâret,10; Müslim, İmâre, 13, İman, 19; Ebû Dâvud,
İmâre, 92). Ebû Hüreyre (r.a)'ten Rasûlüllah (s.a.s)'in şöyle
buyurduğu nakledilmiştir: "Şüphesiz siz, yöneticiliğe
karşı büyük bir istek göstereceksiniz, kıyamet gününde
ise pişman olacaksınız" (Buharî, Ahkâm, 7; Nesâi,
Beyâ, 39, Kudt, 5; Ahmed b. Hanbel, II, 448, 476).

Diğer yandan, hukuk ilmini bu yolla yaymayı
uman tanınmamış bir bilginin yargı görevi istemesi
ise mendup sayılmıştır. Nitekim çalışmaya
ve rızık teminine muhtaç olan fakîhin istekte bulunması
da böyledir. Çünkü kazâ görevi, adaleti ayakta tutacağı için
taat niteliğinde ameldir.

Bazı müctehidler de fıkıh formasyonunu
tamamlayıp hâkimlik görevi üstlenmenin daha faziletli olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü nebîler, peygamberlik ve dört halife
kazâ işini üstlenmiş olup, bunlarda bize güzel bir örnek
vardır. kazâ hizmeti, kendisinden Allah'ın rızası
beklendiği zaman hâlis bir ibadet olur. Belki en faziletli ibadetler
arasındadır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Adaletli İslâm devleti başkanının bir günü
altmış yıl (nâfile) ibadetten daha üstündür.
Yeryüzünde tam olarak uygulanan şer-i bir had cezası, orada
kırk gün yağacak yağmurdan daha temizleyici ve daha
bereketlidir" (İshak b. Râhûye ve et-Taberânî el-Evsat'da
İbn Abbas (r. anhümâ)'dan rivâyet etmiştir, Zeylaî,
Nasbü'r-Râye, IV, 67; bk. Nesâî, Sârık, 7; İbn Mâce,
Hudûd, 3; Ahmed b. Hanbel, II, 312, 402). Başka bir hadiste şöyle
buyurulur: "Şüphesiz adalet yapanlar Allah nezdinde, Rahmân
olan Allah'ın sağında nur'dan minberlerin
üstündedirler" (Müslim, İmâre, 18; Nesaî, Adâbü'l-Kudât,
1; Ahmed b. Hanbel, I, 190).

Sonuç olarak yargı görevini kabulün aleyhinde
olan hadisler, cahil hâkime, fâsık bilgine ve rüşvet
konusunda kendisinden emin olmayan kimselerle ilgili görülmüştür
(el-Kâsânî, a.g.e., VII, 3 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 458
vd.; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 319; el-Meydânî, a.g.e., IV, 78;
İbn Kudâme, a.g.e., IX, 35).

Hâkim İçin Mecelle'de Belirlenen Nitelikler

Hâkim; bilgin, zeki, doğru, güvenilir, vakar
sahibi, sağlam olmalıdır; fıkhî mes'elelere ve yargılama
usûlüne vâkıf, bunları olayla ilgili iddialara uygulayarak
davayı çözmeye gücü yetmelidir. Ayrıca hâkim iyiyi
kötüden tam olarak ayırma gücüne sahip olmalıdır. Buna
göre, küçük çocuğun, bunamışın, gözleri
görmeyenin veya tarafların konuştuklarını
işitemeyecek kadar sağır olanların hâkimliği ve
hüküm vermesi caiz değildir (Mecelle, madde, 1792-1794).

İslâm'da Hakimlerin Yetki Alanı

Kararnamesinde bir sınırlama veya görev
bölümü yapılmadığı takdirde bir hakimin yetki
alanına giren hususlar on maddede toplanabilir:

1- Hasımların
anlaşmazlığını karşılıklı
rızaya dayalı olarak sulh yoluyla veya rızaya
bakmaksızın bağlayıcı hükümle çözmek.

2- Hakka saldıranları gasb, saldırı
ve benzerlerinden menetmek, zulme uğrayana yardım etmek ve her
hak sahibinin hakkını kendisine ulaştırmak.

3- Had cezalarını uygulamak ve Allah
haklarının yerine getirilmesini denetlemek.

4- Öldürme ve yaralama davalarına bakmak.

5- Yetimlerin ve akıl hastalarının
mallarını gözetmek ve bunları korumak için vasiler tayin
etmek.

6- Vakıf malları korumak.

7- Vasiyetleri infâz etmek.

8- Velisi bulunmayan veya evlenmesi veli tarafından
haksız olarak engellenen kadınların nikâh akdini yapmak.

9- Müslümanların ve başkalarının
kullandığı umuma açık yol ve benzeri yerleri de kamu
yararına gözetmek.

10- Söz ve fil ile "el-emru bi'lma'rûf
ve'n-nehyu ani'l-münker" görevini yürütmek (ez-Zühaylî, a.g.e.,
VI, 487, 488).

Hâkimin Hüküm Dayanakları Şunlardır

Hâkim bir İslâm toplumunda Müslümanlar arası
anlaşmazlıkları çözerken, önce dört ana kaynağa
başvurur. Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas. Eğer
bunlarda bir çözüm bulamaz ve kendisi ictihad yapabilecek güce sahip
olursa ictihadla problemi çözümler. Ancak bu noktada kendisinden daha
fakih bir müctehidin ictihadı varsa, onu mu esas
almalıdır, yoksa kendisi ictihad yapabilir mi?

Ebû Hanîfe'ye göre daha fakih olanın
ictihadı ile hüküm verir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed, aksi görüştedir.
Burada görüş ayrılığının
dayandığı esas şudur: Daha fakih olanın görüşü
tercihe elverişli midir? Ebû Halife'ye göre, elverişlidir.
Çünkü onun ictihadı doğruya daha yakındır. Ebû
Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise elverişli değildir.
Çünkü bir âlimin başkalarından daha fakih olması,
nass'lardan (âyet hadis) hüküm çıkarmada dayanılacak delil
niteliğinde değildir.

Eğer hâkim, müctehid değilse, diğer müctehidlerden
daha fakih ve daha fazla takva sahibi olanı kendi kanaatine göre
tercih eder (es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978,
XIV, 68; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 5 vd).

Ancak İslâmî hükümler ana kaynaklarından
çıkarılarak tedvin edilmiş olur ve kanun metni haline
getirilmiş bulunursa, bir İslâm toplumunda usulüne göre
uygulanmak üzere kabul edilen böyle bir kanun, hâkimleri ve toplumu bağlar.
Artık kanun metninde, lafız ve ruh olarak yer alan prensipler
toplum problemlerine uygulanır. Nitekim Mecelle,1917 tarihli
Osmanlı Hukuki Aile Kararnamesi ile çeşitli İslâm
ülkelerinde İslâmî esaslara göre hazırlanan kanun, yönetmelik
ve tüzükler buna örnek gösterilebilir. İdarî ve mâli ve arazi
konularındaki örfi kanunlar da hâkimlerin elinde doğrudan
uygulanabilecek kurallardır. Buna göre tedvîn ve kanunlaştırma
yoluyla İslâmi hükümler kaideler halini alınca, her devirde
yeni baştan hüküm çıkarma veya her olay için Kitap, Sünnet,
İcma veya Kıyastan delil arama zorluğu da ortadan
kalkmış olmaktadır. Ancak günlük muameleler ve olaylar hızla
gelişip, yeni meseleler ortaya çıkmaya devam edeceği için
kanun metinleri çoğu zaman davaları çözmeye yeterli olmaz.
Olaylar arasındaki benzerlikleri bulmak hâkimi sürekli olarak bu
kuralların dayandığı ana delilleri incelemeye ve yeni
yorumlar yapmaya zorlar. Bu yüzden bir islâm hâkimi prensipleri bilme
yanında bunların dayandığı âyet, hadis, icma, kıyas,
istihsan, maslahat, örf-âdet, önceki şeriatlar gibi delilleri de
tanıma ve doktrini bu ana köklerle bağlantılı olarak
geliştirme sonucunda hukuk formasyonunu tamamlamış olur. Bu
durum İslâm hukukunun, günümüz hukuk metotları içinde
incelenip, araştırılmasını ve günlük olayları,
yeni meseleleri kapsar bir yapıya kavuşturulmasını
gerektirir. Bu yapıldığı takdirde ana kaynakları
anlayabilecek bir arapça alt yapısıyla dört yıllık
fakülte ve iki yıllık staj dönemiyle bir hukukçunun İslâm
hukukunun bütününe idrak etmesi ve formasyon kazânması mümkündür.
Nitekim bazı İslâm ülkelerinde benzer sürelerde bu formasyon
kazandırılmaktadır. Ezher ve İmam formasyon
kazandırılmaktadır. Ezher ve İmam Muhammed
Üniversitelerinin "Külliyetü'ş-Şerîa"ları
buna örnek verilebilir.

Hâkimin Hükmünün Niteliği Çoğunluk
fakihlere göre, hâkimlerin hükmü yalnız dış görünüş
bakımından geçerli (nâtîz) olur. İç yüzü Cenab-ı
Hakk'a havale edilir. Çünkü insanlar dış görünüşe
uymakla emrolunmuştur. Bu yüzden hâkimin kararı haramı
helal, helalı haram yapmaz. Hakim, dış görünüşü
bakımından adaletli olan iki şahidin şahitliği
ile hüküm verse bile, bu hükümle iç yüzü bakımından
helallik meydana gelmez. Dava konusu malla ilgili olsun, başka
konularda olsun sonuç değişmez. Delil şu hadistir:
"Şüphesiz siz bana dava için başvuruyorsunuz. İçinizden
bazısı, delilini diğerinden daha iyi anlatabilir, bu yüzden
dinlediklerime göre, onun lehine hüküm verebilirim. Kardeşinin
hakkından lehine bir şey hükmettiğim kimse bunu
olmasın. Çünkü ben bununla ona ateşten bir parça vermiş
olurum" (Buhârî, Şehâdât, 27, Ahkâm, 30, Hıyel, 10; Müslim,
Akdıye, 4; Ebû Dâvud, Akdıye, 7; Tirmizî, Ahkâm, 11; Nesaî,
Kudât,13, 33).

Ebû Hanîfe'ye göre, bir İslâm hâkimi akit,
fesih veya talak (boşama) gibi bir konuda hüküm verdiği zaman
bu hem dış, hem de iç yüzü bakımından geçerli
(nâfız) olur. Çünkü hâkim doğru bildiği ile hüküm
vermiştir. Yukarıdaki hadis hüküm (kaziyye) hakkında
olup, delil (beyyine) hakkında değildir. Buna göre, bir erkek,
bir kadınla evli olduğunu iddia etse, kadın bunu inkâr
edince, evliliği konusunda iki yalancı şahit dinletse ve hâkim
evliliklerine hükmetse, aralarında (gerçekte) nikâh bulunmadığını
bildikleri halde erkeğin bu kadına cinsel teması ve
kadının da ve kadının da kendisine bu imkânı
vermesi helal olur. Yine aynı şekilde boşamaya hükmetse,
erkek karşı çıksa bile eşlerin arası
ayrılır. Satım, kira vb. akitler de buna kıyas edilir.
Ancak çoğunluk aksi görüştedir. Ebû Yusuf ile İmam
Muhammed de çoğunluğun görüşünde olup, Hanefilerde
fetva bu iki imamın ictihadına göre verilmiştir. Ebû
Hanîfe dışında büyük çoğunluğa göre, Allah
nezdinde helal hâkimin hükmettiği delil, gerçeğe, olayın
iç yüzüne uygun olan durumdur (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 15; İbnü'l-Hümâm,
a.g.e., V, 492; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 462).

Yargıda İsbat Yolları

İslâm hâkiminin, şer'î ispat yollarından
birisine dayanarak hüküm vermesi gerekir. Şer'î ispat yolları
da; beyyine (şahit ve diğer maddî delil ve belgeler), ikrar,
yemin, yeminden kaçınmadan ibarettir. Beyyine tam olunca, dava
konusunun sabit sayılacağı konusunda görüş
birliği vardır. İkrar da tam delildir. Çünkü bir kimse,
kendi aleyhine yalan yaparak ikrarda bulunmakla itham edilemez. Yemin,
beyyinesi olmayan davacının davasını düşürür.
imam Malik'e göre de, yeminle davacının hasmı
tarafından inkâr edilen hakkı sabit olur. Davalının
yeminden kaçınması ile de Ebu Hanîfe'ye göre, malî davalarda
davacının hakkı sabit olur.

Diğer yandan hâkimin kendi bilgisine veya başka
bir hâkimin yazısına ya da şahitlik üstüne
şahitliğe dayanarak hüküm vermesi de mümkündür. Ancak bu
konuda görüş ayrılıkları vardır.

1. Hâkimin olayı kendi bilgisine dayanarak hükme
bağlaması:

Hanefilere göre, hâkimin dava konusu ile ilgili özel
bilgisi ya görmeye ya işitmeye ya da olayın sonuçlarını
müşâhedeye dayanır. Hâkimin bu bilgiye dayanabilmesi bazı
şartlara bağlıdır.

Hâkimin dava ile ilgili özel bilgisi yargılama
sırasında, duruşma yerinde edinilmiş olur, malî bir
hakkı ikrar gibi medenî haklar veya erkeğin
karısını boşaması gibi şahıs
hakları yahut da zina iftirası ya da bir insanın
öldürülmesi gibi bazı cinayet konusunda bulunursa, bu özel
bilgiye dayanarak vereceği hüküm caiz olur. Hâkim sırf Allah
hakkı olan hadler konusunda özel bilgisine dayanarak hüküm
veremez. Hırsızlıkta yalnız malla ilgili karar bunun
dışındadır. Hadlerde ihtiyatlı hareket etmek
gerekir; hâkimin özel bilgisine dayanmada ise ihtiyat yoktur. Bu konuda
Şâfiîlerin görüşü Hanefilere yakındır.

Hâkimin, dava konusu hakkındaki özel bilgisi,
hâkim olmadan veya hâkim olup da henüz görev yerine ulaşmadan
önceye aitse, Ebû Hanîfe'ye göre bu bilgiye dayanarak karar veremez.
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ise hadler dışındaki
konularda, yargı sırasında edinilen bilgiye kıyas
yaparak, hâkimin hâkimlikten önceki özel bilgisiyle de hüküm
verebileceği görüşündedir. Ebû Hanîfe hâkimin görevli
iken edindiği özel bilgiyi beyyine (delil) kuvvetinde görmüş,
bundan önceki bilgileri ise beyyine niteliğinde
saymamıştır. Çünkü geçerli delil, hâkimin
şahitleri hâkim iken dinlemesi ile meydana gelir. Hâkimlikten
önceki özel bilgisi, hâkim olmadan önce şahit dinlemesine benzer
ki, bunun bir delil değeri yoktur (es-Serahsî, a.g.e., XVI, 93;
el-Kâsânî, a.g.e., VII, 7).

Müteahhırün Hanefi fakihleri ise, devrin kadılarının
bozulması sebebiyle kendi devirlerinde hakimlerin özel bilgisine
dayanarak hüküm vermelerinin caiz olmadığına fetva
vermişlerdir (İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 369).

Malikî ve Hanbelîlere göre, hâkim ne hadler ve ne
de başka konularda özel bilgisine dayanarak karar veremez. Bu
bilginin hâkimlik sırasında veya öncesinde edinilmiş
olması da sonucu değiştirmez. O, sadece kazâ meclisinde öğrendiği
bilgilere dayanarak karar verebilir. Huzurunda ikrarda bulunulması
gibi... Delil, Hz. Peygamber'in, mahkemede kendini daha iyi savunan
kişinin haksız olarak kardeşinin bir hakkını
alması halinde, ateşten bir kor almış
olacağını bildirdiği hadisidir (Buhârî, Şehâdât,
27; Ahkâm, 30; Müslim, Akdıye, 4). Diğer yandan Hz. Peygamber
davacıya şöyle demiştir: "Senin için iki şahit
veya onun yemini vardır. Bundan başkası yoktur"
(eş-Şevkânî, Neyul'l-Evtâr, VIII, 302).

2. Başka hâkimin yazısına dayanarak
karar vermek: İslâm fakihleri malî konularda, bir hakimin başka
bir hâkimin yazısına dayanarak hüküm verebileceği
konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü bazan haklar başka
bir beldede olur, şahitlerin ifadesini almak, tapu
kayıtlarını incelemek gibi bir takım delillerin
toplanmasını gerektirebilir. Bütün bu delilleri başka bir
yöre hakimi yine yargı esaslarına göre toplayıp göndereceği
için hakimler arasında böyle bir yardımlaşmaya ihtiyaç
olur. Böylece daha az emek ve az masrafla davanın yürümesi sağlanmış
olur. Günümüzde hâkimler birbirine talimat yazısı yazarak
kendi bölgelerindeki şahit dinleme gibi işlemleri yapıp,
mahalline göndermektedir.

Hâkimlerin yazışma esasları
şunlardır:

a. Yazının hakime ait olduğunu
belirleyen iki şahit beyanı.

b. Yazının mühürlü olması ve
şahitlerin bu mührün hâkime ait olduğunu beyanı.

c. İki şahidin yazının içeriğine
şahitlik etmesi. Ebû Yusuf'a göre, şahit ifadelerinin
yazının içeriğini kapsaması gerekmez.

d. Yazışmanın en az sefer mesafesi kadar
uzaklıktaki iki hâkim arasında yapılmış
olması.

e. Yazının konusu; borçlar, nikâh, nesep
tesbiti, gasbedilen şeyler, emânet ve mudârabe gibi medenî veya
şahsî haklarla yahut arazi, bina gibi gayri menkullerle ilgili
bulunmalıdır. Menkullerde dava ve şahitlik
sırasında bizzat işaretle göstermeye ihtiyaç olduğu
için bunlarla ilgili yazışma kabul edilmez denilmiştir.
İmam Muhammed'ten bir rivayete göre yazışma kapsamına
menkuller de girer. Müteahhirûn (sonrakiler) Hanefi fakihleri bu görüşü
almış ve fetva bununla verilmiştir.

f. Yazının hadler ve kısas konusunda
olmaması gerekir. Mâlikîler aksi görüştedir (es-Serahsî,
el-Mebsût, XVI, 95; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 7 vd.; İbnü'l-Hümâm,
a.g.e., V, 477 vd.; el-Meydânî, a.g.e., IV, 84 vd.; İbn Rüşd,
Bidâyetit'l-Mûctehid, II, 458; İbn Kudâme, a.g.e., IX, 90; eş-Şîrâzî,
el-Mühezzeb, II, 304; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 493-495).

Günümüz hâkim yazışmaları, hâkimlerin
sicil numarasını, resmî mahkeme mührünü ve zabıt kâtiplerinin
isim ve imzalarını kapsadığı için İslâm
hukukunda yazıdaki hile ihtimalleri en aza indirilmiş ve
formaliteler de azalmıştır. Diğer yandan adlî yazışma,
tebliğ ve tebellüğleri de savcılıklar da devreye
sokularak yazışma güvenliği
sağlanmıştır.

3. Hâkimin dolaylı şahide dayanarak hüküm
vermesi: İslâm fakihleri şahitlik üstüne şahitliğin
yalnız mâli konularda kabul edilebileceği konusunda görüş
birliği içindedir. Delil boşama sırasında şahit
bulundurmayı bildiren "... içinizden adalet sahibi iki kişiyi
de şahit yapın" (et-Talâk, 65/2) âyetinin genel anlamı
ile, buna duyulan ihtiyaçtır. Çünkü kimi zaman olaylara doğrudan
şahit bulmak güç olur. Bu yüzden daha önce çeşitli yerlerde
olayın görgü tanığı olayı anlatmış ve
bunu başkaları duymuş olur. İşte dava
sırasında herhangi bir nedenle asıl görgü tanıkları
dinlenemezse onlardan olayı işiten dolaylı tanık
ifadelerine de başvurulur. Ancak Hanefi, Hanbelî ve daha kuvvetli
görüşünde Şâfiîlere göre had cezaları konusunda
dolaylı tanığın şahitliği kabul edilmez.
Çünkü hadler örtme ve şüphe ile düşme esasına
dayanır. Dolaylı tanıklıkta ise şüphe vardır.
Hata, yanılma ve yalan ihtimali görgü tanığına göre
dolaylı tanıkta daha fazladır.

İmam Mâlik'e göre ise dolaylı
tanıklık hadler dahil her çeşit davada geçerlidir (bk.
İbnû'l-Hûmâm, a.g.e., VI, 74; eş-Şirbînî, a.g.e., IV,
453; İbn Kudâme, a.g.e., IX, 206).

>>>>>


Konular