Şamil | Kategoriler | Konular

Tekke

TEKKE

İslâm kültür tarihinde önemli yeri bulunan
tekke, tasavvuf düşüncesinin, anlayış ve terbiyesinin
derinleştirildiği ve halka takdim edildiği bir yerdir.
Tekke (tekye), zâviye, hankah, âsitane ve dergâh gibi isimler altında
birbirinden hemen hemen farksız olan bu müesseselere insanlar,
dünya hayatının çeşitli meşakkat ve
sıkıntıları ile yorulan ruh ve bunalan gönüllerini
dinlendirmek için giderlerdi. Onlar burada bir araya gelip boş
zamanlarını değerlendirirlerdi.

İlk tekkenin Remle'de Hâce Abdullah Ensarî tarafından
kurulmasından (Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri,
İstanbul 1969, 10) kısa bir müddet sonra her tarafta yayılan
ve dolayısıyla daha sonra kurulan Müslüman devletlerin kuruluş
faaliyetlerinde bulunan tekkeler, Türklerin Anadolu'ya gelip yerleşmesinde
de büyük ölçüde rol oynadılar. Keza, Anadolu'nun
İslamlaştırılmasında da bunların rolü
inkâr edilemeyecek kadar büyüktür (Mustafa Akdağ, Türkiye'nin
İktisadî ve İctimaî Tarihi, İstanbul 1974, 1, 38).

İslâm ülkelerinde tarikat mensuplarının
oturup kalkmalarına, zikr ve ibâdet etmelerine mahsus bu müessese,
Farsça "Tekye" kelimesinden gelmektedir ki çoğulu
"Tekâya"dır. Mısır Mevlevî Şeyhi Azmi
Efendi, "Nuhbetu'l-Adâb" adlı eserinde bu müesseselerin
kuruluş gayesini şöyle açıklar: "Tekâya, ilim ve
fen tahsil ederek, dünya alâkalarından el çekenler ve ruhânı
seyr ve terakkıyata çalışanlar için bina olunduğundan
ilimde behresi (nasibi, payı) olmayan cahiller evvela ilim tahsili için
medreseye gönderilmeli yahut tekkede talim ve tedrise muktedir zatlar
tarafından okutulmalıdırlar" (M. Zeki Pakalın,
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 445).

Müslüman toplumların ekonomik ve sosyal
yapısının teşekkülünde harç vazifesi gören bu teşkilâtın,
son zamanlarındaki durumlarına bakıp bunların
devamlı böyle olduğunu zannetmek, doğru değildir.
Nitekim, M. Cevdet bu mevzuya temasla "Son zamanlardaki tereddisine
bakıp ta tekkelerin daim öyle olduğuna hükm etmemelidir. Dört
mevsimden Sonbahara bakarak İlkbaharda da ortalığı
yapraksız ve yeşilliksiz sanmak doğru
olmadığı gibi, kemâl zamanlarında tekkeler,
ruhları çok terbiye etmiştir. Eskiden tekkeler, edebiyat, musikî
ve tarih ocakları idi. Hayatın ızdırabını
dindirmek ihtiyacında olanlar oralara koşar, nefis bir ahengin
şelâlesi altında ruhlarını yıkar, tesellikâr
söz ve tarihî menkıbelerle yeniden canlanırlardı. Hâsılı
tekkeler, ye's ve mahrumiyet ile canına kıyacak insanların,
yeniden tamir gördüğü yerlerdir" diyerek bir gerçeği
ifade eder.

Psikolojik, pedagojik ve tıbbî meselelere varıncaya
kadar geniş bir hizmet sahası olan tekke, o devrin mektebidir,
hastahanesidir, spor okuludur, dinlenme kampıdır, beldenin güzel
sanatlar akademisidir, edebiyat ve fikir ocağıdır, moral
kaynağıdır. Velhasıl tekke, insanların hayır
ve faydasına olan şeydir.

Tarih boyunca tekkelerin icra ettiği fonksiyonu
şöylece özetlemek mümkündür:

1. Tekkeler, özellikle kuruluş
yıllarında, şeyhler tarafından seçilen yerlerde
kuruluyorlardı. Bundan dolayı onlar, etraflarındaki
insanların mânevî ihtiyaçlarını temin ederek, bölgelerinin
insanlarına sahip çıkıyorlardı. Böylece Kur'an'ın
tavsiye ettiği bir metod olan hikmet ve güzel öğütle insanları
dine ve hakikata çağırıyorlardı.

2. Bilhassa Osmanlı'larda, tekke ve zâviyelerin
bir kısmı devlet tarafından, yolculuk ve ulaşım için
tehlikeli olan yerlerde tesis ediliyordu. Bu bakımdan, dağlarda,
korkunç boğaz ve geçitlerde tesis edilen tekkeler, askeri sevk ve
idareyi kolaylaştırmak, ticarete engel olabilecek
eşkıya vs. gibi kimselere mani olmak için birer jandarma
karakolu vazifesi de görüyorlardı. Böylece tekkeler, kar ve yağmurlu
günlerde yolcular içinde bir sığınak oluyordu.

3. Oturma merkezlerinde (meskûn mahal) kurulan
tekkelerin gördüğü önemli hizmetlerden biri de kültür iletişiminin,
halk arasındaki birlik ve sıhhatli bir haberleşmenin
sağlanması idi.

4. Tekke ve zaviyelerin zaman zaman ruh ve sinir
hastalıkları için tedavi merkezi olarak da kullanılmaktaydı.
Daha çok telkin ve irşad yolu ile hizmetlerini sürdüren bu
şifa yurtları, çoğu zaman bir şeyhin önderliğinde,
toplumun bu sahadaki yaralarına çareler arıyordu (Geniş
bilgi için bk. Mustafa Kara, Tekke ve Zaviyeler, İstanbul 1977,
120-128).

Çeşitli yönleri ile insanlara hizmette bulunan
tekkeler, Osmanlılar döneminde tamamıyla vakıflara
bağlıydılar. Vakıflar tarafından geliri temin
edilen tekkeler malî yönden sıkıntı çekmezlerdi. Ayrıca
devlet, bunlara yardımda bulunuyordu. Hatta, tekkelere
bağlı bulunan vakıf araziden vergi almamak suretiyle bu
yardım sahası daha da genişletilmişti.

Tekkeler, insanlara sundukları hizmetlerin
yanı sıra, dervişlerin devamlı olarak ikamet ettikleri
ve tarikata intisâb edenlerin, zikir ve merasimi toplu olarak yaptıkları
yerlerdir. Bu sebeple tekkeler mimari yapı olarak şu
kısımlardan oluşmaktaydılar: Semâhane, çilehane,
türbe, derviş odaları, selâmlık, harem, mutfak ve kiler,
kahve ocagı (Celal Es'ad, Türk Sanatı, İstanbul 1928,
100-101).

Türkiye'deki tekkeler, yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin İslâm dini aleyhindeki faaliyetleri
çerçevesinde çıkarılan bir kanunla 30. 11. 1925
yılında kapatıldı.

Miskinler Tekkesi

islâm ülkelerinden başka, dünyanın
herhangi bir bölgesinde bulunmayan ve bir çeşit karantina mahalli
veya hastahane olarak kabul edebileceğimiz; gerek hastalar, gerekse
yolcular bakımından önem taşıyan bir müessesedir,
günümüz insanı tarafından bilinmeyen bu müessese, sadece
isminden dolayı tembellik ve miskinlikle ilgili bir kuruluş gibi
telakki edilmektedir. Bina ve müştemilatından dolayı
miskinhâne de denilen bu müessese, bulaşıcı
hastalıklara mübtela olan kimseleri, toplumdaki sağlıklı
insanlardan ayırmak için kurulmuş bir karantina yeridir. Osman
Nuri bunlardan bahsederken şöyle demektedir: Miskinler tekkesinin
yapılışındaki gaye, o zamanlarda
bulaşıcı bir hastalık telaki edile, fakat ilacı
da bulunmayan cüzzamlıları tecrid etmek, onların dökük
parmaklı ellerini, kesik burunlu yüzlerini halkın gözü
önünden uzaklaştırmak gibi sıhhî, ictimaî, insanî,
hatta medenî bir iştir. Anadolu, Rumeli ve Arabistan'ın her
tarafını gezmiş olan Evliya Çelebi, hemen her şehrin
yakınında bir yerde bunlar için birer tekke veya mahalle
bulunduğunu söyler. Edirne, Bursa ve Sivas gibi şehirlerde ise
büyükçe bir miskinhâne bulunduğu bilinmektedir. Üsküdar'da
Karacaahmet Mezarlığı kenarında bir miskinler tekkesi
vardı. 1927 senesine kadar binası duruyordu (Osman Nuri Ergin, Türkiye'de
Şehirciliğin Tarihî İnkişafı, İstanbul
1936, 19). Gerçekten, Evliya Çelebi, Üsküdar'daki tekkelerden bahs
ederken, "Birisi de miskinler tekkesidir. Tarik-ı amm üzre
şehir haricindedir. Cümle mesakin anda sâkin olup nezr ile
geçinirler. İstese bu kişi eşraftan olsun. Zira ellerinde
hatt-ı şerif vardır. Hiç kimseyi dinlemeyip alıp
tekkeye götürürler. Çünkü, diyar-ı rumun cüzzamı
bulaşıcıdır diye şehir içinde durmak yasaklanmıştır"
(Evliya Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul 1314,I, 475).

Tamamen vakıflarca idare edilen bu müessese,
hastaları sağlıklı insanların rahatsız edici
bakışlarından kurtarmak ve bulaşma imkânını
mümkün mertebe aza indirmek için kurulmuştu. Ayrıca bir
şehirden diğerine yolculuk eden kimselerin de daha şehre
girmeden kontrol ve muayeneden geçtiği yerlerdir. İstanbul'da cüzamlılar
için tesis edilen miskinhâne (miskinler tekkesi), Üsküdar'da
Karacaahmet mezarlığının ortasında, III. Sultan
Selim zamanında 9 oda olarak bina olunmuş, 1225
yılında Sultan II. Mahmud tarafından bunlara 11 hâne (ev,
oda) ilave edilmişti (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, II, 546).
Miskinhâneye Evkaf Nezâreti tarafından tahsisat
ayrıldığı için buradakilerin geçim sıkıntısı
ile karşılaşmaları söz konusu değildi. Her
hastaya, miskine iki çift "fodla" (ekmek) ile Üsküdar
imâretinden çorba, akşamları da pilav, çorba ve et verildiği
gibi haftada iki defa pazartesi ve perşembe geceleri tatlı
olarak pilav ile zerde verilirdi (Pakalın, a,g,e, II, 546). Miskinhâne
1908'de kapatılmıştır.

Ziya KAZICI


Konular