Şamil | Kategoriler | Konular

Tafsili iman

TAFSİLÎ İMAN

Ehl-i Sünnet imamları ve Tevhid ilmi âlimleri,
"İslâm'da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri
nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?"
sorularının cevabını incelerken, kısacası,
"İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve
Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir. Biz burada,
ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman"
konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz.

Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları
olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri,
temel esasları ve dereceleri vardır. Bunların her biri
hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet
âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu
söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini
beyan etmişlerdir.

Tafsilî imanın birinci derecesi: Şu üç
büyük temel esasa inanmaktır:

1- Allahu Teâlâ'nın varlığına,
birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına,
yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna,
bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan
uzak ve münezzeh olduğuna,

2- Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın kulu ve son
peygamberi (Hâtemu'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm
insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,

3- Ölümden sonra dirilmenin (Ba'su
ba'de'l-mevt),Ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret
Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının
ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna
kesin olarak (yakînen) inanmaktır.

Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi:
"Âmentü" de ifadesini bulan ve her müslümanın
şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman
esasına inanmaktır. Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitâplarına,
Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve
şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna)
kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir
çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan
edilmiştir. Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine
indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği kitap'a iman edin.
Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve
ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa
düşmüştür" (en-Nisâ, 4/136). Ayrıca bk. el-Bakara,
2/177, 185. Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes
sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına)
imanın tabi bir neticesidir. (Bk. el-Kamer 54/49, el-Furkan 25/2,
Fussilet 41/12, el-Hadid 57/22, et-Tevbe 9/51). Hz. Ömer (r.a)'ın
Peygamberimiz (s.a.s.)'den naklettiği meşhur "İman,
İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve
kadere iman ayrıca zikredilmişti. Bu meşhur hadise göre
"İman nedir?" sorusuna cevaben peygamberimiz iman
esaslarını; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de
Allah'dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır.
Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim,
Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür
derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan İslâm
âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul
edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer
almıştır (Bk. Kaza ve Kadere İman maddesi).

Kur'an'a, Sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına
göre İslâm'da iman esaslarının birincisi, Allahu Teâlâ'ya
imandır. Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa
inanmaya bağlıdır. Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız
Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp,
aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı
hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemal Sıfatları ile, yüce
Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları
ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan
sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara
inanmakla olur. "Allahu Teâlâ'ya İman" sözünden maksat
işte budur. (Bkz. Allah'a İman maddesi).

İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allahu
Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır. Melekler, Hak Teâlâ'nın
kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî
âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin
nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır.
O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere
inanmakla olur. Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce,
onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına
inanmak gerekir. Bu bakımdan, meleğin varlığına
iman, peygamberliğe de iman demektir. Meleği inkâr ise,
peygamberliği de inkâr manasına gelir. İşte bu
sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah'a
imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve
peygamberlere iman etmek zikredilmiştir. "Peygamber, Rabbi
tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar.
Her biri, Allah'a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine
inandılar" (el-Bakara, 2/285).

Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin,
diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat
canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi
hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve
lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri
yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri
şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem
kıldığı şerefli yaratıkları
oldukları beyan olmuştur. Bu bakımdan melekler, itibarî
birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun
emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız)
ve mükerrem kullardır: "...Onlar, Allah'ın emirlerine
isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen)
yaparlar" (et-Tahrim, 66/6, el-Enbiyâ, 21/26). (Bk. Ali Arslan Aydın,
İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I,
402-403-7. baskı İst. 1984; Bk. Meleklere İman maddesi).

Semavî kitapların hepsine iman, iman
esaslarındandır: Hak Teâlâ'nın insanlar arasından seçtiği
"Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber"
diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi
milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ
"İIâhî Kitaplar" indirmiştir. Bu kitaplar, lâfız
ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden
önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü
ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel
yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için
indirilmiştir. O halde "Mukaddes Kitapları"
beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek
için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı
Allah'ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen
bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki; mü'min bir
müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî
kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır. Her peygambere niçin
bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan
edilmektedir: "...İnsanların ihtilâfa düştükleri
şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve
gerçek) kitaplar da indirildi" (el-Bakara, 2/213). Kendisine
müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce
indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine
onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir. Bu sebeple
İslâm dini, yalnız Kur'anı Kerime değil, daha önce
dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman
etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman
esaslarından saymaktadır. Ancak bu kitap ve suhufun
tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden,
bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı
ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile
tasdik etmek lâzımdır. Bu kitaplar; Musa (a.s.)'a indirilen
Tevrat, Dâvud (a.s.)'a indirilen Zebur, İsâ (a.s.)'a verilen
İncil ile, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen en son ve en mükemmel
ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir. Ayrıca yüz Suhuf",
sahifeler halinde indirilmiştir. Sahih hadislere göre bunlardan (10)
adedi Hz. Âdem'e, (10) adedi Hz. İbrahim'e, (50) adedi Hz.
Şit'e ve (30) adedi de Hz. İdris (aleyhisselâm)'a verilmiştir.
Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi
kitaplar''ın ve "Suhuf?un tamamına inanmak her müslümana
farzdır. (a.g.e., I, s. 419-422) (Bkz. Kitaplara iman maddesi) .

Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:

Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayetlere ve
peygamberimizin hadislerine göre, İslâm'da İman
esaslarından biri de; Allahu Teâlâ tarafından insanları
irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen
peygamberlere iman etmektir. Hz. Âdem'den, Hz. Muhammed (s.a.s)'e kadar
gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları
arasında mühim bir rükündür. Çünkü, İlâhî kitapları
insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden,
mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir. Bu bakımdan
Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara
imanla birlikte zikredilir. (Bkz. el-Bakara 2/177, 285, en-Nisâ 4/136)
Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din,
yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz. Çünkü peygamberler
Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği
birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle
kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük
hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler.
Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst,
emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir
eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek
hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar. Bu
bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan
peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır.
Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: "...Hiç bir millet yoktur ki, kendi
içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir
peygamber) gelip geçmiş olmasın" (Fâtır, 35/24).
"Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus, 10/47)
buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerîm müslümanlara, yalnız
İslâm peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e değil, dünya
milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir
(Bk. el-Bakara, 2/136).

Bu esasa göre müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de
adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı
inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer
peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir. Nitekim Hak Teâlâ:
"Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber
verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (en-Nisâ,
4/164, el-Mü'min, 40/78) buyuruyor. Kur'an-ı Kerîm'de yalnız
25 peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir,
Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim,
İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut,
Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya,
Yahya, İsâ ve Hz. Muhammed (Salavatallahu aleyhim ecmaîn)'dir.

İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber
Âdem (a.s.), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise,
Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. "Biz seni ancak bütün insanlara
müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik"
(Sebe, 34/28). 0 "Hatemü'l Enbiyâ?dır, peygamberlerin en büyüğü
ve sonuncusudur. Peygamberlik onunla son bulmuştur. Ondan sonra
artık peygamber gönderilmeyecektir. Ehl-i Sünnete göre
peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak
daha doğrudur. Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya
eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır. Bu ise asla
doğru olmaz (Bk. Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf,
III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II,
128-129) (Bk. Peygamberlere İman maddesi).

Ahiret'e, İkinci Hayata, Ba'su ba'de'l-mevte ve
Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları
arasında çok önemli bir rükündür. Ahiret; ölümden sonra başlayacak
olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır. Bu hayat, berzah
hayatı" denilen kabir hayatı ile başlar. Yani kabir,
Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır. Sonra zamanı
gelince, Hak Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı
ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet"
kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır. Bütün ölüler o
gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahser"de
toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir. Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı
geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek
Cehennem"e gireceklerdir. Bütün bunlar ve din günündeki diğer
hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder. Ahiretin bu
safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır. Dinî
ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil
(a.s.)'ın Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden
"Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin
dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan "İkinci
nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap?dan sonra,
cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek
olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan
başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî
hayat)" anlaşılır. O halde "Kıyâmet",
İsrafil (a.s.)'ın "Sûr'a üfürmesi", bütün
insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba'sû ba'de'l-mevt),
"Mahşerde toplanması", herkese
"kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve
kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin
ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı
işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat?,
Sırat?, "Cennet" ve "Cehennem"... Bunların
hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir. Bunlara; Ahiret ve Ahiret
Ahvali" denir. İslâm akâidine göre, "Ahiret
Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son
bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki
"İkinci Hayat?a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da
iman esasları esasında çok önemli bir rükündür. Nitekim
Kur'an-ı Kerîm'de; "... Allah'a ve Ahiret gününe iman edip,
salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük
ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur. Ondan mahzun da olmazlar?
(el-Bakara, 2/62) buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret'e
yakînen iman etmek (el-Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden
uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler. Gerçekte; yalnız
nakl delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle
görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayatı"nın
hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir
iman ister. Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî
oluşumundan sayılan, Berzah hayatı"na, ölümden sonra
dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e,
"Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sırat"a, "Cennet
ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı
tesirleri yönünden İslâm'da İman Esasları"
arasında çok önemli bir yer işgal eder. Bu sebeple Ahiret
inancı olmayan hiçbir semav din yoktur. Çünkü bu inanç olmadan
ona "Din" demek, mümkün değildir. (Bk. hiret'e İman
maddesi)

Tafsil İman'ın Üçüncü ve en yüksek
derecesi:

Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz. Muhammed
ts.a.s.)'in, Hak Teâlâ tarafından Kitabullah? (Kur'ân-ı
Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete
tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin
(emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı
(murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir
tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an
Ayetlerinde ve Peygamber (a.s.)'ın sahih hadislerinde zikredilen
namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek,
anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek
ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî
emir ve yasakları, iman, islâm ve ahlâk esaslarını ve her
biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek
bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik
etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman
etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir.
Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve
etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î
(Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı
öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı
gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan
âlimlere, din bilginlerine nasip olur. O halde tafsilî imanın
dereceleri, her müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet
ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her müslüman, sahip
olduğu ilim ve kabiliyet ile orantılı olarak mükellef ve
Allah indinde mes'uldur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz
kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan
"İcmalî İman"dır. Çünkü, İslâm binasına
ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm
akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının
tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara
tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu
kemale erdirmek, her müslümanın aslı görevidir. Bu şuur
ve gayret içinde olan müslümanlar takva yollarında ilerlemiş,
imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak
kemale erdirmiş olurlar (Bk. Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182-
190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye,
457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196,
Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber
ve Aliyyul-Kar Şerhi, 76-80; İmamu'-Harameyn el-Cüveyn,
Kitabu'l-irsad, 396-398; İslam İnanışları
(İlm-i Kelâm), İstanbul 1984, 1, 148-157).

Ali Arslan AYDIN


Konular