Şamil | Kategoriler | Konular

Sosyal adalet

SOSYAL ADÂLET

Ekonomik değerlerin
dağılımındaki dengesizliklerin giderilmesini, sosyal
planda imtiyazlı durumlara meydan veren sebeplerin ortadan
kaldırılmasını öngören ilke; sosyo-ekonomik hayatta
sağlıklı, dengeli bir düzenin kurulup işleyebilmesi için
adalet idealine atıf yapılarak gerçekleştirilmesi
istenilen tedbirlerin ana ilkesi.

Batıda Sanayi devrimini izleyen teknolojik ve
ekonomik gelişme sürecinde insanlığın daha önce
şahit olmadığı bir servet birikimi ve zenginlik ortaya
çıkmış; buna karşılık sosyal ve ekonomik
dengesizlikler büyük boyutlara varmıştır. Bilhassa sanayi
devriminin erken döneminde zengin ile fakir arasındaki fark büyümüş;
zenginlerin artan refahına ve gelişen teknolojinin hizmetlerine
sunduğu yepyeni imkan ve standartlardan faydalanmalarına
karşılık, büyük halk kitleleri için sefalete varan bir
mahrumiyet hali ortaya çıkmıştır. Çalışan
ve emeği ile geçinenler için çeşitli zorluklar, ekonomik,
sosyal ve siyasi planda mahrumiyetler söz konusu olmuştur. Bu
durumun düzeltilmesi, içinden çıkılmaz bir buhrana dönüşmemesi
ve ortaya çıkan ihtilafların giderilmesi konusu da böylece batı
düşünce dünyasının öncelikli bir meselesi haline gelmiştir.

Kollektivizm, bilimsel Sosyalizm ve Komünizm adı
ile anılan siyasi akım, bu şartlarda ortaya çıkmıştır.
Ateist ve materyalist felsefenin ürünü olan bu akım, Kapitalizmin
bütünüyle ortadan kaldırılmasını, üretimin ve
tüketimin merkezî planlamayla düzenlenmesini, özel mülkiyetin ilga
edilmesini, üretim araçlarının kollektifleştirilmesini
ön gören ve aynı zamanda geleneksel, hatta kadim değerlerin (bozuk
düzenle, Kapitalizm ile ve burjuva kültürüyle bütünleştikleri
ve onlarla beslendikleri iddia edilerek) horlandığı ve yok
edilmeye çalışıldığı bir programla ortaya
çıkmıştır. Metod olarak parti diktatörlüğünü
ve ihtilalci (devrimci) usulleri benimsemişlerdir. Netice itibariyle,
pratikte kanlı ihtilaller, terör ve tedhiş tabloları
ortaya çıkmış; kaba bir parti diktatörlüğü ve
bütün insanî değerleri alabildiğine ezen ve tahrib eden bir
devlet yapısı olmuştur.

Böyle radikal bir dönüşümü düşünmeyen
ve kapitalist yapıyı esas itibariyle benimseyen, Sosyal
Demokrasi veya Demokratik Sosyalizm gibi akımlar ise, liberal
çerçeveye ve Batının geleneksel demokrasi
anlayışına sadık kalmakla beraber; bu yapı içinde
sosyal adâlet ilkesini ve eşitliği hedef alan tedbirlerin ve
politikaların gerçekleştirilmesini ön görmüşlerdir.
Onlar için refahı yaymak, sosyal güvenliği sağlamak, çalışanların
haklarını geliştiren sosyal programları gerçekleştirmek,
başlıca hedeflerdi. Böylece daha munis ve insanî boyut kazanmış
bir Kapitalizm gerçekleştirilmek isteniyordu.

Bu hedefler ve sosyal adâlet ilkesi çerçevesinde düşünülen
sosyal muhtevalı ve eşitlik gayesine yönelik politikalar,
demokratik sol veya sosyal demokrat partilerin inhisarında da
kalmamıştır. Batıda zamanla muhafazakâr, liberal ve
hatta daha da sağda yeralan partiler dahi bu doğrultuyu
değişik ölçülerde ve farklı tarz ve üslûblar içinde
benimser hale gelmişlerdir. Seçim yoluyla bu farklı tarzlar,
üslûblar ve anlayışlar farklı partiler eliyle iktidara
getirilmişler; zaman içinde hemen hepsi bilfiil tecrübe edilmiştir.
Bu suretle en iyinin elde edilmesi için sürekli bir arayış içinde
bulunulmuş; ancak nihaî bir çözüm için herkesi ikna eden bir
sonuçtan söz edilecek noktaya gelinememiştir. Bilgi birikiminin en
üst düzeye ulaştığı; kilise felsefesinin ve lâik
düşüncenin en yoğun gelişmişlik düzeyinde rol oynadığı
Batı toplumlarında durum eskiye göre hayli munis hale gelmiş
olmakla beraber, meselenin insanî boyutu kendileri için dahi tatmin
edici sosyo-ekonomik ve estetik hüviyet kazanamamıştır.

Son yıllarda sosyal politikaların
ağır maliyeti, toplum için bir başka çeşit
haksızlık teşkil eder hale gelmiş; suistimâllere yol
açmış; ekonomik faaliyetlerin dinamizmini baltalayan bir rol
oynamış ve netice itibariyle izafî olarak refah hedefiyle çelişen
bir durum ortaya çıkmıştır. Bu gün için genel bir eğilimden
söz etmek gerekirse, serbest piyasa ekonomisi prensibinin sosyal
politikaların önüne geçtiğinden bahsedilebilir.

Kapitalist batı toplumlarında doğan bu düşünce
ve akımlar Dünya'nın diğer bölgelerini ve bu arada
İslâm dünyasını da etkilemiştir. Gelişmekte
olan ülkelerde sosyal adâlet prensibi, fırsat eşitliğini
ve kalkınmada bölgeler arası denge esasını
hatıra getiren bir ilke olarak algılanmıştır.
Bizde,1961 ve 1982 anayasalarına dahil edilen sosyal adâlet ilkesi,
bazen bir slogan ve propaganda aracı derecesine indirilerek o
zamanlar milletler arası yayılma hedefi güden solun istismar
ettiği ideallerden biri halinde kalmış; bazen de batı
demokrasilerindeki örneklerine uygun bir yapılanmanın
esası olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır.

Modern siyasî yapılarını batıda geçerli
esas ve usullerden ilham alarak ve Batıda şekillenmiş
kurumları model edinerek kuran İslâm ülkeleri, bu meyanda
gündemlerine dahil olan sosyal adalet ilkesini de, Batı menşeli
diğer kavram ve kurumlarda olduğu gibi İslâm açısından
yorumlayıp değerlendirme çalışmalarına da sahne
olmuşlardır.

Gerçekten de İslâmiyet nasıl bir toplum
hayatı öngörmüş; insanlar arasında sosyo-ekonomik, kültürel
ve idarî ilişkilerin bir düzene konulması mevzuunda ne gibi
esaslar vaz etmişti? Modern çağda, sanayi devrimini takib eden
dönemde Batıda ortaya çıkan sosyo-ekonomik problemler için
komünistlerin; sosyal adalet ilkesini gerçekleştirmek
iddiasında olan sosyal demokratların ve Batı
toplumlarında ortaya çıkan diğer akımların
dışında kendine has bir görüş ve teklifi var
mıydı? Bu sorular müslüman aydınlar arasında oldukça
sık tartışılmış ve araştırmalara
konu olmuştur.

Şurası muhakkak ki; İslâmiyeti kendi
bütünlüğü içinde ele almadan, onun belirli bir konu için nasıl
bir düzen ön gördüğünü doğru bir değerlendirmeye tabi
tutmak mümkün değildir. İslâm dini açısından
meseleye bakıldığı zaman; sosyal adalet konusunun bir
parti programı, bir ideolojik görüş, bir felsefi ekol veya
temayül söz konusu imiş gibi incelenemeyeceği ortadadır.
İnsan hayatının maddî ve manevî bütün yönlerini en
ince teferruatına kadar bütün hüviyeti ile kapsamı içine
alan bir anlayış ve düzenleme ve aynı zamanda varlık
meselesinin bütününü açıklayan bir iman manzumesi olan din, her
konuda olduğu gibi, bu konuda da gerek temsil ettiği
anlayış ve gerekse öngördüğü tedbirler itibariyle kıyas
kabul etmez bir genişliğe ve derinliğe sahiptir.

İnsanı kendisini yaratan Rabbi ile sürekli
ilişki içinde gören İslâm dini, yalnız Allah'a kulluk
etmeyi; sadece ve ancak O'na boyun eğmeyi öğretmektedir. Böylece
İslam'ın dışında kalan her şeye
karşı manen ve vicdanen hür hale gelen insan, gerçek konumunun
Allah'a kulluktan ibaret olduğu şuuru içinde yaşar. O bir
"homo-ekonomikus" değil; Allah'ın kulu, O'nun yeryüzünde
halifesi ve O'nun emir ve yasakları çerçevesinde yaşayan bir
varlıktır. Kulluğunun farkına vararak ibadet boyutunu
hayatına mihver edinmiş; nefsini ve dünya hayatına ait
eğilimlerini aşan bir hayat görüşünü benimsemiştir.

Böyle manevî bir temel, adalet kültürü için
metafizik bir zemin oluşturur ki; sosyal adaletin ibadet
kavramıyla ilişkili hale getirilmesiyle sonuçlanan böyle bir
anlayış, ancak İslâm dini ile olgun bir seviye kazanmıştır.

İnsanın topraktan
yaratıldığını açıklayan Kuran-ı Kerim,
insanlar arasında üstünlüğün ancak takva ile, yani Allah'tan
korkup sakınmakla ve O'nun rızasını elde etmek için
emir ve yasaklarına uymak konusunda gayret göstermekle ilgili olduğunu
bildirmektedir. Bunun dışında insanlar arasında mevcut
farklar değerlendirilmez; nihaî bir üstünlük veya eksiklik ifade
etmediği için toplum hayatında nazarı itibara
alınmaz. (Fizikî farklar, renk ve ırk farkları gibi)
takvaya bağlı olan üstünlük ise, Allah katında söz
konusudur. Şu halde, kul olmak itibariyle insan cinsi kendi
aralarında farksızdır; başka bir ifadeyle
eşittir. Soy-sop farklarını, kabile ve kavim üstünlüğüne
ilişkin iddia ve saplantıları ortadan kaldıran bu
temel; toplumda zengin fakir ayırımı yapılmaması
ve zümre ve sınıf imtiyazlarına meydan verilmemesi yönünde
kollektif bir şuura yol açar. Kuran-ı Kerim, iman edenlerin
kardeşliği prensibini vaz etmiş; beşerî ilişkilerde
adaleti ve onun yanısıra ve onun da ötesinde "ihsan"ı
emretmiştir (en-Nahl, 16/90). Bu esaslar adaletin ve sosyal adalet
kavramının üzerinde, o çerçeveyi aşan bir
dayanışma anlayışını sergilemektedir.
İnsanları hayra davet etmek, "marufu emredip münkerden
nehyetmek", dini bir vazifedir. Haksızlığa, zulüm ve
kötülüğe karşı mücadele, müslümanın
kayıtsız kalamayacağı bir görevdir. Fertlerin
toplumda meydana gelen kötülüklerden, o kötülüğe bilfiil
katılmasalar bile sorumlu oldukları; kötülüğe
karşı sessiz kalmanın helâke yol açacağı;
zayıfları himaye etmenin bir vazife olduğu, kuvvetle
vurgulanmış; mü'minlerin sıkı bir dayanışma
içinde bulunmaları telkin edilmiştir. Ekonomik hayatta,
başta faiz olmak üzere, ihtikâr, kumar ve benzerleri gibi istismar
kapıları kapatılmış; bir tarafta karzı hasen
(faizsiz ödünç) teşvik edilirken diğer tarafta ödünç verme
işlerinin bir amme hizmeti olarak devlet tarafından organize
edilmesi ön görülmüş; gene sigorta hizmetlerinin kâr gayeli
özel kuruluşlar yerine bir kamu hizmeti olarak devlet
tarafından karşılanması benimsenmiş; servetin
sadece belli ellerde birikmesini önleyen tedbirler ve kurumlar geliştirilmiştir.
Sosyal gayesi öncelikli olan zekat müessesesiyle, yoksulluk tablosunu
ortadan kaldırma yönünde köklü bir adım
atılmış; infak ve sadaka geniş bir şekilde
teşvik edilerek bir tarafta sosyal dayanışma
sağlanırken; diğer tarafta özellikle varlıklı
kesimlerdeki mal bağımlılığı
kırılmıştır. Bu esprinin somut bir sonucu olarak
İslâm toplumlarında vakıf müessesesi genişlik, çeşitlilik
ve etkinlik kazanarak toplumda yaygınlaşan bir kurum
olmuştur. Ekonomik değerlerin makûl dengeler gözetilerek
intikalini sağlayan miras hükümleri ve bırakılan miras
üzerinde keyfiliğe varacak şekilde tasarrufu engelleyen vasiyet
nisabı, İslamın sosyal adalete hizmet eden bir başka
özelliğidir. Bundan başka çalışma hayatında
emeğe büyük değer verilişi ve işçinin "alın
teri kurumadan ücretinin ödenmesi" esasının ön görülüşü
İslamın temsil ettiği prensiplerdir. İsrafın
yasaklanması; fantezilere ve lükse yer vermeyen sade bir hayatın
tavsiye ve telkin edilişi ve içki yasağı ile birlikte
sefahat ve o çizgiye varan eğlencelerin kınanması sonucu
ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve kültürel tablonun, İslâm
cemiyetini sosyal adalet için diğerlerine göre hayli elverişli
bir ortam haline getirdiği ayrıca ve özellikle kaydetmek
gerekir.

Şurası muhakkak ki, Batıdaki
anlamıyla Kapitalizm ve onun sonucu olan
karışıklıklar, İslam'a yabancı olan
vakıalardır. Ancak müslüman ülkelerin çok önemli bir kısmı,
tarihin yakın döneminde, maalesef sömürgeci Batılıların
eline geçmiş; siyasî bağımsızlıklarını
kazandıktan sonra da onların etkilerini henüz tamamiyle
bertaraf edememişlerdir. Bu şartlar altında
sanayileşmelerini ve kalkınma çabalarını sürdürürlerken
İslâmı bir bütün olarak yaşamaları ve somut olarak
gerçekleştirmeleri de herhalde söz konusu olamazdı.

Mahmud Rifat KADEMOĞLU


Konular