Şamil | Kategoriler | Konular

Mülkiyet

MÜLKİYET

Mübah bir şeyi ele geçirme ve onun üzerinde tek
başına söz sahibi olma gücü; tasarrufa konu olan şey
üzerinde sırf sahibine ait olmak üzere tasarruf yetki ve iktidarı,
yahut tasarrufa konu olan şey üzerinde tasarrufta bulunabilmek
üzere hukuk düzenince tanınan bir yetki ve iktidar anlamında
bir fıkıh terimi. Arapça "milk" mastarından bir
isimdir.

Mülkiyetin ihraz ve ihtisas terimleriyle yakın
ilişkisi vardır. Mübah bir şeyin, ihtiyaç sırasında
yararlanılmak üzere elde edilmesine "ihraz" denir. Suyun
kaba alınması veya av hayvanının yakalanması gibi...
İhraz edilen şeyin sırf ihraz edene ait
kılınmasına da "ihtisas" denir. İşte
ihraz ve ihtisas işlemleri sonucunda eşya ile kişi
arasında meydana gelen hak ve yetki ilişkisine "mülkiyet"
adı verilmiştir. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında
"mülkiyet" terimine rastlanmaz. Bunun yerine "milk"
teriminin kullanıldığı görülür. "Mülkiyet"
daha çok son devir araştırma eserlerinde
kullanılmıştır (bk. M. ez-Zekâ, el-Fıkhu'l
İslâmî fı Sevbihi'l-Cedîd, Dımaşk 1384/1964, III,
257).

İslâm hukukuna göre mülkiyet hakkı
sırf maddi eşya ile sınırlı
tutulmamıştır. Maddi bir mal olan arsa, tarla, ev veya bir
hayvan mülkiyete konu olduğu gibi; evde oturma, hayvana binme gibi
yararlanmalar ve geçit hakkı gibi irtifak hakları da mülkiyet
kapsamına girebilmektedir. Eğer bir maddî eşya
aynıyla yararlanma ve haklarıyla birlikte bir kimseye ait
bulunursa buna tam mülkiyet ayn'a ait mülkiyet hakkı birisine,
yararlanma hakkı başkasına ait olursa böyle bir mülkiyete
de "eksik mülkiyet" denir. Meselâ mîrî arazi uygulamalarında
görüldüğü gibi toprağın kuru mülkiyeti (rakabe)
devletin, ekip-biçme hakkı köylülerin olmak üzere kurulan bir
mülkiyet ilişkisi eksik mülkiyettir (es-Serahsî, el-Mebsût,
Beyrut 1331, XI, 50; İbn Nüceym, el-Efbah ve'n-Nezâir (Hamevi
Şerhi ile), İstanbul 1257, II, 202 vd.).

Eksik mülkiyet bir rakabe mülkiyeti ise er geç tam
mülkiyete dönüşür. Bir yararlanma mülkiyeti ise, o takdirde ya
sürenin sona ermesi halinde veya bu hakkın sahibinin ölümüyle
sona erer. Meselâ kendisine bir gayri menkulün menfaati vasiyet edilen
kimse ölünce veya kira akdinin süresi bitince yararlanma hakkı da
sona ermiş olur.

Böylece İslâm hukuku mülkiyet hakkını
maddî eşya yanında yararlanmaya ve bazı hakları da
kapsayacak şekilde mülkiyet kavramı ile ilgili olarak doğu
ve batı hukukçularının uzun tecrübe ve tartışmalar
sonucunda ulaştıkları teorileri çok erken tarihlerde, daha
7. ve 8. M. yüzyıllarda ortaya koymuşlardır.

Kıt'a Avrupası mülkiyet kavramını
Roma Hukukuna sadık kalarak taşınır ve
taşınmaz mallara intisar ettirirken; Anglo-Sakson hukuku, mülkiyeti
tarif etmekten kaçınmış, bunun haklar, yükümlülükler
ve davranış biçimlerinden ibaret olduğunu belirtmekle
yetinmiştir. Bu yüzden alacak hakkını, ipoteğin
doğurduğu hakkı, bir şirketteki hisse senedini, patent
hakkını ve fikri eserleri hak kavramı içne alarak bu
kavrama sosyal ve ekonomik işlerlik
kazandırmıştır. Buna göre, bu son hukuk sistemi ile
İslâm hukukunun mülkiyet kavramını değerlendirmesi
arasında benzerlik olduğu söylenebilir.

İslâm'ın çıkışı
sırasında Hicaz yöresinde bazı mülkiyet edinme yolları
vardı. İslâm bunları kaldırmış ya da
bazı sınırlamalar getirmiştir. Bunları şu
başlıklar altında toplayabiliriz:

1) Himâ:

Câhiliye devrinde, nüfuzlu bir kişi
hayvanları için otlak bir yeri seçer, köpek sesinin ulaşabileceği
kadar çevreyi belirler, orasını kendi korusu haline getirirdi.
Başkası buraya hayvanını sokamaz, fakat o, diğer
yerlerden de yararlanırdı.

Hz. Peygamber; "Kişilerin koru (himâ) hakkı
yoktur. Ancak Allah ve Rasûlünün koru hakkı vardır" (Buhârî,
Cihâd, 136, Müsâkât, 11; İbn Hanbel, Müsned, IV, 38, 71, 73)
buyurarak koru'ya ilişkin düzenleme yetkisini İslâm devletine
verdi.

2) Mirbâ (başkan payı):

Cahiliye devrinde başkan savaştan elde edilen
ganimetin dörtte birini ve buna ek olarak tüm ganimetin içinden beğendiklerini
alırdı. Yine yolda ele geçirilenler ve bölüştürülmesi
mümkün olmayan ganimet fazlası şeyleri de başkan
alırdı. İslâm ganimetlerle ilgili bir dizi düzenlemeler
getirerek bu konudaki statüyü belirledi (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1,
Salât, 56, Humus, 8; Müslim, Zühd, 16, Mesâcid, 513; Ebû Dâvud,
Cihad, 121; Tirmizî, Enfal Sûresi Tefsiri, 8: el-Kâsânî, a.g.e.,
VIII, 116 vd.; Kurtubî, Tefsîr, VIII, 13 vd.).

Bu düzenlemeye göre, ganimetin beşte biri kamu
ihtiyaçlarına ayrılır, beşte dördü de gazilere
bölüştürülür.

3) Muâhât (kardeşleştirme):

Allah'ın elçisi M. 622 yılında
Mekke'den Medîne'ye hicret sonucunda evini barkını Mekke'de
bırakan Muhacirlerle Medineli Ensarı kardeşleştirdi.
Ensar, mallarının yarısını Muhacirlere mülk
olarak vermek istemişse de Allah'ın elçisi, toprağı
ekip biçmede ürünü paylaşmak üzere ortakçılık tavsiye
etti. Bu uygulama Hayber veya Fedek arazilerinin müslümanların
eline geçmesine kadar sürdü. Bu yeni fethedilen topraklardan
Mühacirlere ganimet verilmesi üzerine, Ensar kardeşlerinin
yarıcılıkla işledikleri bağ, bahçe veya
arazilerini geri verdiler (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VII, 75, 147, VIII,
55).

4) Fey:

Fey, mülkiyeti kamuya ait gelir demektir. Silâh zoru
ile değil de antlaşma ve benzeri yollarla müslümanların
eline geçen topraklara fey' hükümleri uygulanmıştır. Bu
uygulama el-Haşr Sûresi'nin 6-10. âyetlerinde açıklanmıştır.
Buna göre, Kur'an-ı Kerîm'de fey adı altında toplanan
gelirlerin tamamı ile ganimet gelirlerinin beşte biri, sonuç
olarak, Allah'a, Rasûlüne, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara
tahsis edilmiştir. Bu durum, bu gelirlerin kamu mülkiyeti niteliğinde
olduğunu gösterir. Böylece özel mülkiyet yanında bir de kamu
mülkiyeti söz konusu olur.

Özel mülkiyet-kamu mülkiyeti ikilemi:

Kur'an-ı Kerîmde bu iki çeşit mülkiyeti
düzenleyen hükümler vardır.

1) Özel mülkiyete ilişkin olarak:

Zekât, mâlî bir ibadet olarak emredilmiştir. Bu
ibadetle yükümlü olmanın şartı bir mala malik
olmaktır (bk. el-Bakara, 2/3; el-Meâric, 70/25; ez-Zâriyât, 51/19;
et-Tevbe, 9/103).

Miras hükümlerinin uygulanması, ölenin bir
malvarlığının bulunmasına bağlıdır
(bk. en-Nisâ, 4/7, 11, 12, 172).

Yine Kur'an'da ticaret ve mâli konuları düzenleyen
hükümler de özel mülkiyetin varlığını gerekli
kılar (bk. el-Bakara, 2/188, 275, 282, 283; en-Nisâ, 4/29).

2) Kur'an'da kamu mülkiyeti:

Ganimet mallarının beşte birinin Allah
ve Rasûlüne ayrılması bu kısma kamu mülkiyeti niteliği
kazandırır. Burada mülkün Allah Teâlâ'ya izafesi İslâm
toplumu adınadır. Sarf yerleri olan "yetim",
"yoksul" ve "yolda kalınış"lar
aynı zamanda zekâta da hak kazanan sınıflardandır.
Ganimette dağıtım dışı tutularak kamuya mal
edilen bu mallar, Allah'ın emrettiği şekilde hak
sahiplerine devlet eliyle dağıtılmış olur (el-Kâsâni,
a.g.e., VII, 124, VIII, 13, 14).

İslâm'da toprak mülkiyeti özel mülkiyete de
kamu mülkiyetine de konu olabilir, İslâm devleti toprakla ilgili
düzenlemeler yapabilir. Özellikle toprağı mülk edinme,
kullanma ve mirî arazi ile ilgili tasarruflara devlet tarafından bir
takım sınırlamalar getirilebilir.

Mülk edinme yolları:

1) İşgal:

Bu yalnız mülkü elde etme yolu değil;
aynı zamanda mülkiyet hakkının kaynağı olarak
kabul edilir. İslâm hukukuna göre, mülkiyet hakkı için
menkullerde işgal yeterli iken, gayri menkullerde ihyâ
şartı da gereklidir. İhyâ; sahipsiz arazinin zeminini
temizlemek, su ulaştırmak veya kazıp taşını
ayıklamak gibi işlemlerle gerçekleşir. Mecelle, ihya
yoluyla elde edilecek arazi için şu şartları öngörür:
a) Kimsenin mülkü olmayacak, b) Kasaba veya köyün mer'a veya baltalığı
olmayacak, c) Kasaba veya köyden yüksek sesle bağırıldığında
sesin ulaşmayacağı kadar uzakta bulunacak (Mecelle, madde,
1270).

İslâm hukuku gasp ve zaman aşımını
mülkiyeti kazandırıcı bir yol olarak kabul
etmemiştir. Klâsik fıkıh kaynaklarında rastlanan 10,
I5 veya 30 yıllık zaman aşımı süreleri sadece
kaza açısından yani dünya hukuku bakımından mahkeme
nezdinde hak talep edilip edilemeyeceğini belirleyen sürelerdir (İbnü'l-Hümâm,
(İbn Kevder) Netâic, VIII, 281 vd.; Fahri Demir, İslâm
Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, 1981 Ankara,
s. 176, 177).

2) Emek.

İhraz ve ihya fiilleri emek olarak
değerlendirilebilirse de, mülkün mücerred bu işlemlerin
bedeli olmadığı da açıktır. Meselâ; 50
dönümlük değerli bir araziye ilk işgal ve on günlük bir
ihya çalışması sonucu mâlik olan bir kimse, bu araziye on
günlük emeği karşılığında mâlik olmuş
sayılmaz. İslam, diğer hukuk sistemlerinde bulunmayan ve
çalışmasının ve emeğinin
karşılığı olarak kişiyi mülk sahibi kılan
bir usulü getirmiştir. Bu da "mudarabe" yöntemidir.

Müdarabe emek-sermaye ortaklığıdır.
Bu ortaklıkta başkasının sermayesini işleten
kimse, sırf emeği karşılığında kârdan
anlaşmaya göre pay alır. Maddî zarara sadece sermayedar.
katlanırken; emek sahibinin zarara katlanması, yalnızca
emeğinin boşa gitmesi şeklinde olur. Mudarabe, İslâm
bankacılığının da esasını teşkil
eder (bk. "Müdarabe" maddesi).

3) Diğer mülkiyet kazanma yolları:

Bir çoğu emeğe veya sermaye riskine dayanan
başka iktisap yolları da vardır.

Ziraat, ticaret, san'at ve mübah şeyleri ihraz
şahsî emek ve gayret olmaksızın, mülkiyetin kazanılma
yollarındandır. Nafaka, miras, sadaka, zekât, hibe ve mükâfat
alma gibi emek unsuru bulunmayan yollarla da mülk edinilir. Ganimet,
diyet, ikta', lukata, mehir ve muhâlea bedeli de emeksiz mülk edinmeye
örnek verilebilir (Fahri Demir, a.g.e., 180 vd.).

Toprak mülkiyetinin kazanılması:

Toprağın hem kamu, hem de özel mülke konu
olabileceğini yukarıda belirtmiştik. İslâm, toprak
mülkiyetinin kazanılabilmesi için şu esasları
getirmiştir.

1) İlk işgal ve ihya: Diğer mübah
şeylere mâlik olabilmek için meşrû zilyedlik (ihraz) yeterli
iken, toprak mülkiyetinde buna ihyâ şartı da eklenmiştir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Henüz hiç kimsenin
eline geçmemiş bulunan bir şey, onu ilk ele geçiren kimseye
ait olur" (Ebû Dâvûd, İmâre, 36). Bu hadisi duyan
sahabilerin araziye dağılarak işgal etmek istedikleri
toprak parçalarını adımlayıp işaretlemeye
başladıkları nakledilir. Başka bir hadiste ise ihya
şartı açıklanır: "Kim ölü bir toprağı
ihya ederse, bu toprak onun olur. Haksız verilen emek için bir hak
yoktur" (Buhârî, Hars, 15; Ebû Dâvud İmâre, 37; Tirmizî,
Akhâm, 38; Mâlik, Muvatta', Akdiye, 26, 27; Dârimî, Büyû', 65).

Toprağı işgal edip, ihya etmeksizin uzun
süre bekletenlerle ilgili olarak, Allah elçisi şöyle buyurmuştur:
"Âd'tan kalma Allah'ın, Rasûlünün ve sonra sizindir. Kim
ölü araziyi ihya ederse ona sahip olur. Çeviren üç yıl içinde
ihya etmemişse, bundan sonra bir hakkı kalmaz" (Ebû
Yûsuf, el-Harâc, Kahire,1396, s. 70). Nitekim mücerred olarak arazi
çevirmenin mülkiyet ifade etmeyeceğini ve bunun belli süre içinde
ihya edilmesi gerektiğini Hz. Ömer şöyle belirtmiştir:
"Ölü araziyi kim ihya ederse onun olur. Çeviren üç yıl içinde
ihya etmezse, çevirdiği arazi üzerinde bir hakkı kalmaz"
(Ebû Yûsuf a.g.e., s. 71). Bu duruma göre, arazinin etrafını
çevirmek veya ilk işgalde bulunmak üç yıl süreyle öncelik
hakkı vermektedir. Buna üç yıl içinde ihya şartı da
eklenirse, toprak üzerinde mülkiyet hakkı doğmaktadır.

2) Koru ve otlak olarak çevirme hakkı yalnız
devlete tanınmıştır. "Allah ve Rasûlünden başka
kimsenin otlak çevirme (himâ) hakkı yoktur" (Buhârî, Cihâd
146; Ebû Dâvud, İmâre, 39) hadisi bunun delilidir. Böylece
nüfuzlu kimselerin otlakları çevirip başkalarına ait
hayvanların oraya girmesini engellemesi uygulamasına fırsat
verilmemiştir.

3) Sulh yoluyla İslâm ülkesine katılan
topraklar, diğer sahipsiz topraklar gibi Devlet mülkiyetine geçer.
Bunlar, gerektiğinde özel şahıslara da
dağıtılabilir. Nitekim, Fedek arazisi kendi mülkleri
bulunmayan Muhacirlerle, ihtiyaç içindeki Medineli üç Sahabeye taksim
edilmiştir (er-Râzî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285).

Sulh yoluyla İslâm ülkesine katılan veya
savaşla fethedildiği halde sahipsiz bulunan topraklar devlet mülkiyetine
geçtiğinden, bu topraklar ancak devlet başkanının
tahsis etmesi (ikta) ile özel mülkiyete konu olabilir. Devletin
şahıslara tahsis edeceği bu topraklar arazinin
bulunduğu bölgeye göre öşür veya harac vergisine tabi olur (İbn
Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1306, III, 288). İmam Ebû
Yûsuf Irak'taki bu çeşit topraklardan söz ederken
şunları saymıştır: İran devlet
başkanına (Kisrâ), vezirlere, hanedana ve savaştan önce
veya savaş sırasında ölen ya da ülkeyi terk edenlere ait
sahipsiz topraklar. Devlet bu çeşit toprakları istediği
kimselere ikta etme yetkisine sahiptir (Ebû Yusuf, el-Harâc, 62, 63, 64,
65).

4) Savaş yolu ile ele geçirilen toprakların
dağıtılması konusu tartışmalıdır.

Hanefilere göre, İslâm devlet başkanı
fethedilen topraklardan sahipli olanlar hakkında; önceki
yöneticilere ait olanların dışında kalanın
beşte birini beytülmale ayırdıktan sonra, gazilere
dağıtmak veya eski sahiplerinin elinde bırakarak
kendilerinden harac almak şıklarından birini tercih
edebilir (es-Serahsi, el-Mebsût, Mısır, 1331, X, 15; el-Kâsânî,
Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut,1394/1974, VII, 118;
eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 16-17; Ebû Yûsuf, a.g.e.,
s. 68-69). Hz. Ömer'in Irak ve Sûriye toprakları üzerindeki
uygulaması buna örnek gösterilebilir.

İmam Şafiî'ye göre, devlet başkanı
savaş yolu ile fethedilen beldenin işlenen veya değerli
olan topraklarını, diğer ganimet malları gibi,
beşte bir beytülmal hissesi ayrıldıktan sonra gazilere
dağıtmak zorundadır. Ancak, gazilerin haklarından
ferağat etmeleri halinde bu topraklar devlete kalabilir
(eş-Şâfiî, el-Ümm, III, 181; eş-Şevkânî, a.g.e.,
VIII, 14-17; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, VI, 328).

İmam Mâlik'e göre, fethedilen arazi prensip
olarak dağıtılmaz. Bütün müslümanlar lehine vakıf
gibidir. Ancak İslâm devlet başkanı bu arazilerin
dağıtılmasında toplum yararı görürse dağıtmak
yoluna da gidebilir (Mâlik, el-Müdevvene, III, 26, 27; el-Muvatta, II,
470; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 32).

Ahmed b. Hanbel'e göre ise, İslâm devlet başkanı
fethedilen yer toprakları ile ilgili olarak, müslümanların
yararını gözetmek şartıyla, seçimlik hakkına
sahiptir. İslâm toplumu adına vakfetmek, beşte biri
ayırdıktan sonra dağıtmak, kısmen
dağıtmak şıklarından birisini tercih edebilir.
Nitekim, Rasulullah (s.a.s) her üçünü de yapmıştır.
Benu Kurayza ve Benu Nadir arazini dağıtmış, Mekke
arazisini dağıtmamış, Hayber topraklarını
ise kısmen dağıtmıştır (İbnü'l-Hümam,
a.g.e., VI, 32; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII,14-17; Fahri Demir,
a.g.e., s. 202 vd.).

5) Madenlerin mülkiyeti: İslâm hukukuna göre,
maden mülkiyetini; istihsal edilen maden ve kaynağındaki maden
rezervi olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.

İstihsal edilen maden, cinsi ne olursa olsun su,
ot, ateş gibi mübah mallardan olup, prensip olarak bulana, yani
üretene ait olur. Bir pınardan alınan su alana ait olduğu
gibi, madenlerden istihsal edilen de istihsal edene ait olur. Yalnız
altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi erime
özelliği taşıyan madenler, ganimetlerde olduğu gibi
beşte bir vergiye tabidir. İmam Malik'e göre, böyle bir maden
kolaylıkla çıkarılmışsa vergi beşte bir
olurken, masraflı bir üretim yapılmışsa vergi
oranı kırkta bir olur (es-Serahsî, el-Mebsût, II, 211; Şâfiî,
el-Ümm, II, 42, 43).

Diğer yandan kaynaktaki maden rezervi üzerinde ne
yer sahibi ve ne de bulan için bir mülkiyet hakkı doğmaz. Bu yüzden
Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî hukukçuları madenlerin rakabe mülkiyeti
olarak hiç kimseye ikta edilemeyeceğini ve bunların herkesin
ortak bulunduğu mübah mallardan olduğunu belirtmişlerdir.
Hatta Hanetî hukukçusu es-Serahsî, ikta için daha açık örnekler
vermektedir: "Bir kimse, devletin kendisine ikta yoluyla işletme
imtiyazı verdiği bir maden ocağında işçi çalıştırsa,
ocaktan maden çıksın veya çıkmasın işçinin
ücretini yüklendiği için, istihsal edilen maden işverenin
olur. İstihsal ettiği madenin ise beşte birinden az olmamak
üzere, devlet ile anlaştıkları oranda vergi verir. Bu
kişinin yanında iş akdi yapmaksızın başka
birisi kendi başına çalışsa, istihsal ettiği
madenin beşte dördü bu kişinin olur. Çünkü maden, ikta
edilmekle kişinin mülkiyetine geçmez. Kaynaktaki maden rezervi
hadiste bildirilen su, ot ve ateş gibi ortak mübahlardandır"
(es-Serahsî, a.g.e., II, 212, 217; Mâlik, el-Müdevvene, V, 51, VI,
192-193; İbn Kudâme, el-Muğni, VI, 158),

Maden rezervlerinin özel mülk edinilememesi
prensibinin kaynağı, ortak mübahlarla (su, ot, ateş)
ilgili hadis ve Hz. Peygamber'in tuzluk iktama ait şu hadisidir:
"Ebyad b. Hammal'dan nakledildiğine göre, bu zat Hz.
Peygamber'i ziyaret ederek yerini belirttiği tuzluğun kendisine
ikta edilmesini istemiş ve Hz. Peygamber de ikta etmişti. Tam
oradan ayrılacağı sırada, orada bulunanlardan birisi,
Hz. Peygamber'e; "Neyi ikta ettiğinizi biliyor musunuz, ya Rasülullah?
Siz ona sanki bir kaynak su ikta etmiş oldunuz" demiştir.
Ravi Ebyad bunun üzerine o ikta, Hz. Peygamber'in geri aldığını
ilâve etmiştir" (Ebû Dâvûd, İmâre, 36; Tirmizî,
Ahkâm, 39; İbn Mâce, Ruhûn, h. no: 2475).

Sonuç olarak İslâm hukukuna göre, maden
mülkiyeti ne "mütemmim cüz", ne "sahipsiz mal" ve
ne de "devlet mülkiyeti" niteliği taşımaz.
Madenler kamu karakterli mübah ve beşte biri toplumun, beşte dördü,
bulup işletenin olmak üzere temelde ortak mübahlardandır.

Hamdi DÖNDÜREN


Konular