Şamil | Kategoriler | Konular

Mü'min suresi

MÜ'MİN SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırkıncı sûresi.
Seksen beş âyet, bin yüz doksan dokuz kelime ve dört bin dokuz
yüz yetmiş harften ibarettir. Fasılası be, dal, ra, ayn,
kaf, lam, mim ve nun harfleridir. Âyetlerinin sayısını
Basralılar seksen iki, Hicazlılar ise seksen dört olarak kabul
ederler. Mekkî sûrelerden olup, Zümer sûresinden sonra nâzil olmuştur.
Adını yirmi sekizinci âyetinde geçen, "iman eden kimse"
anlamındaki "mü'min" kelimesinden almıştır.
Gâfir ve Tavl adlarıyla da anılır. Sûre, hâ, mim,
harfleriyle başlamaktâdır. Bu harflerle başlayan ve "Âlu
Hâmîm" denilen yedi sûrenin ilkidir.

Fazileti hakkında hadis varid olan sûrelerdendir.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Kim
sabaha ulaştığında "el-Mü'min" sûresinin
başındaki, "Hâ mim" den başlayıp,
üçüncü âyetin sonuna kadar okur ve arkasından da
Âyetü'l-Kürsi'yi okursa, o kimse bu ikisi ile akşama kadar korunur.
Kim bunları akşama erdiğinde okursa; sabaha kadar muhafaza
edilir" (Tirmizi, Fedâilü'l Kur'an, 2; Dârimî, Fedailü'l-Kur'an,
14).

Sûrenin nâzil olduğu dönemde müşrikler, müslümanları
imha edip, fesad düzenlerinin devamını garanti altına
almak için faaliyetlerini iki tür yöntemle yürütüyorlardı. Bir
taraftan, tartışma ortamları oluşturarak, İslâm'a
ve müslümanlara yalan ve iftiralarla saldırıp, böylece henüz
İslâm'ı kabul etmemiş kimselerin zihinlerinde istifham
uyandırmak istiyorlar. Diğer taraftan, müslümanlara karşı
şiddete baş vurarak bir yıldırma politikası
uyguluyorlardı.

Dünyevî bakımdan güçsüz olanlar, İslâm'ın
hakikatını kavramak açısından diğer insanlardan
daha müsaittirler. Bundan dolayıdır ki, İslâm'a ilk
girenlerin Mekke'deki mustaz'aflar olduğunu görüyoruz. Bu ilk
müslümanların Mekke toplumu içerisindeki sosyal statüleri,
kâfirlerin hiç kimseden çekinmeden azgınlaşarak onların
üzerlerine gitmelerine sebep oluyordu. Fakat, yaptıkları onca
işkencelere rağmen hiç kimseyi dininden döndüremedikleri gibi,
müslümanların süratli bir şekilde çoğalmalarını
da engelleyememişlerdi. Bu, onları çılgına
çeviriyordu. Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürüp, meseleyi kökünden
halletmek için planlar yaptılar. Bu çerçevede, müslümanlara karşı
yoğun bir karalama kampanyasına girerek kamuoyunu onların
aleyhine şartlandırmaya çalışıyorlardı. Böylece
Peygamber (s.a.s)'i öldürdükleri vakit hiç kimse buna aldırmayacaktı.
Hattâ onu öldürmeye bile teşebbüs ettiler. Buharî, Abdullah b.
Amr İbnü'l As'tan şöyle bir rivayet nakledmektedir: "Bir
gün Rasûlullah (s.a.s), Beytullah'ta namaz kılmakta idi. Ukbe bin
Ebi Muayt aniden, Rasûlüllah (s.a.s)'in boyuna bir bez parçası
sardı ve sıkmak suretiyle onu öldürmeye kalkıştı.
Tam o sırada Hz. Ebu Bekir (r.a) yetişerek, Ukbe'yi itti ve
Rasulullah (s.a.s)'i onun elinden kurtardı. Hz. Ebu Bekir (r.a) Ukbe
ile mücadele ederken ona şöyle demişti: "Siz sadece
"Benim rabbim Allah'tır" dediği için mi bir kimseyi
öldürmek istiyorsunuz?" (Buhârî, Kitabu Tefsîru'l-Kur'an, 40).

Sûrenin girişinde bu iki husus açıkça
anlatılmaktadır. Geçmiş kavimlerin, peygamberlerine
yaptıkları örnek gösterilerek, Muhammed (s.a.s)'i öldürüp,
İslam'ı yok etmek için planlar yapanların
sonlarının onlardan farklı olmayacağı dile
getirilmektedir.

Sûre, hak ile batılın mücadelesini,
İslâm'a davetle bunu yalanlamayı; yeryüzünde haksız yere
kibirlenerek büyüklük taslayanların görecekleri elim azabı,
kısaca, iman ile küfür arasındaki tarihi savaşı ele
almaktadır.

Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu
te'kidle başlayan sûre, Allah': n rahmetinin tevbe eden bütün
inananları kuşattığını ve
cezalandırmasının ise inkâr edenler için çok
şiddetli olduğunu vurgulayarak devam etmektedir: "Bu Kur'an,
herşeye galip olan, her şeyi bilen, günahları affeden,
tevbeleri kabul eden, azabı şiddetli olan, lütfu ve keremi bol
olan O'ndan başka (ibadete layık) ilah olmayan Allah
tarafından indirilmiştir. Dönüş sadece O'nadır"
(2-3).

Bu iki ayet, Allah Teâlâ'nın insanoğluna
rahmetinin genişliğini bütün açıklığıyla
göstermektedir. Yeryüzünde büyüklenerek müslümanlara savaş açanlar,
dünya ve ahirette helâk olacaklardır. Bu kaçınılmazdır.
Çünkü hiç kimse O'nun takdirinin dışına çıkamaz.
Hesap vermek için herkes O'na döndürülecektir.

Bu ayetlerde Allah Teâlâ zâtını,
kullarına, sıfatlarıyla öğretiyor. Bu
sıfatların insanlar üzerinde mutlak tesiri vardır. Bunlar
kalpleri ve duyguları okşayarak, bağışlanma
ümidini ve ibadet etme şevkini arttırır; kalplere korku ve
haşyet vererek, Allah'ın elinden hiç bir zaman kurtuluşun
mümkün olmadığını idrak ettirir. Sûrenin başında
yer alan şu sıfatlar bu kabildendir: "O Azizdir"; Yani,
O gücü her şeyin üzerinde olandır. O'nun verdiği
kararlar mutlak sûrette tahakkuk eder. "Âlîmdir": Yani O, her
şeyi doğrudan doğruya, vasıtasız olarak bilir. Bütün
varlıkları ilim ve hikmetle yönetir. "Günahları
bağışlayan ve tevbeyi kabul edendir":
Kullarının hatalarını bağışlayan ve
isyanda bulunup, günah işleyenlerin tevbesini kabul edendir. Bu günah
içerisinde yüzen insanlara ümit kapısını açmaktadır.
Tevbe ederlerse kabul edileceği bildirilerek, insanların
ümitsizliğe düşmelerini engellemek isteyen Allah Teâlâ,
onlara rahmet rüzgarları estirmektedir. "Azabı çetin
olandır": Bu sıfatın bildirilme nedeni, Allah'ın
kendisine itaat eden kullarına karşı ne kadar merhametli,
kendisine isyan edenlere karşı ise ne kadar sert ve çetin olduğunu
belirterek, kâfirleri uyarmaktır. "Lutuf ve kerem sahibidir":
İnsanların elinde ne varsa O'nun
bağışıdır ve O'nun lütfunun bir neticesidir.
Yani insanlar her an, O'nun verdiği nimetlerle yaşarlar.

Gerçek mabud, Allah Teâlâ'dır. O'ndan
başkasına kulluk edilmesi bu gerçeği değiştirmez.
Sonunda herkes, hesap vermek için O'na döndürülecektir. Peşlerine
takılıp, tapınılan ilâhların bu konuda hiç bir
yetkileri yoktur.

Bu yüce sıfatların tecellisi olarak, kâinattaki
her şey Allah Teâlâ'nın vahdaniyyetini tanır ve O'na
boyun eğer; ayetlerine kulak vererek, varlığını
onlarla birlikte yürütür; Allah'tan gelen her şeyi tereddüt
etmeden tasdik edip, uygular. Küfre saplanıp yolunu
şaşıranların dışında hiç kimse, Allah
Teâlâ'ya ait olduğu apaçık delillerle ortada durduğu
halde, O'nun ayetleri hakkında tartışmaya girmez: "Allah'ın
âyetleri üzerinde ancak kafirler münakaşa ederler..." (4).
Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler, O'nun cezalandırmasından
kaçamayacak ve yaptıklarının hesabını bir gün
muhakkak vereceklerdir. Onların yeryüzünde kibir içinde hayat
sürmelerine, iktidarlarının çok sağlam gibi görünmesine,
dünyevî bir refah ve bolluk içinde yüzmelerine bakarak aldanmamak icab
etmektedir. Zira Allah Teâlâ; "O kâfirlerin rahatlıkla ülke
ülke dolaşmaları sakın seni aldatmasın"(4)
buyurarak, mü'minlere, onların gerçek durumlarını haber
vermektedir. Onlardan önce de kendilerine Allah'ın peygamberleri gönderilen
nice milletler, onları yalanlamış ve getirdikleri ilâhî
mesajı yok etmek için onlara hücum etmişler, öldürmeye kalkışmışlardı.
Ama Allah'ın elim azabı hem dünyada, hem de âhirette onları
yakalayıverdi. Peygamber (s.a.s)'in getirdiklerini yalanlayıp,
zorbaca yöntemlerle yok etmeye çalışanların durumu da
onlardan farklı olmayacaktır. Bu, Allah Teâlâ'nın
va'didir ve bunu engellemeye hiç kimsenin gücü yetmez: "...Hakkı
bâtılla ortadan kaldırmak için haksız bir mücadele vermişlerdi.
Ben de onları azabımla yakaladım. Azabım
nasılmış bir bak" (5).

İmanla küfür arasındaki tarihî savaşın,
kimin hezimeti ile sonuçlanacağı böylece bildirildikten sonra,
üstün olanlar ve onların üstün olmalarının
kaynağını ortaya koyan ayetler gelmeye başlıyor.
Bu âyetler, mü'minleri çepeçevre kuşatan ve onları
ferahlatıp mutmain edecek olan rahmet âyetleridir. Allah Teâlâ,
imân edip, İslâm'a tabi olan ve salih amel işleyen mü'min
kullarını mutlaka destekleyeceğini ve inkarcılar
topluluğuna üstün kılacağını ayrıca
onlardan tevbelerini kabul edeceğini vaad ediyor. Bu ilâhî destek
ve merhametin bir neticesi olarak, iman edenlerin bağışlanması
için Allah'a kesintisiz duada bulunan nezih varlıklar da mevcuttur:
"Arş'ı taşıyanlar ve onun etrafında bulunan
melekler hamd ile Rablerini tesbih edip, O'na iman ederler. Mü'minlerin
günahlarının bağışlanmasını dileyerek
şöyle derler: Ey Rabbimiz! Rahmet ve ilmin her şeyi
kaplamıştır. O halde tevbe edenleri ve yoluna tâbi olanları
bağışla. Onları Cehennem azabından koru"
(7).

Meleklerin mü'minler için yaptıkları
duaları ihtiva eden âyetler, böylece dua ve niyazın edeplerini
de bize öğretmiş oluyor.

Bunun peşinden, kâfirlerin dünyada işledikleri
kötülüklere karşılık, âhirette karşılaşacakları
çetin hesabı gördükleri ve cehennem azabının içinde
ebediyyen kalacaklarını anladıkları zaman,
işledikleri şeylerden duyacakları büyük pişmanlık
zikredilir. Küfür ve inkardan ayrılmayan o insanlar, çaresizlik
içinde "Rabbimiz"diye yakaracak ve soracaklar: "Biz
günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış
için bir yol var mıdır?" (11).

İslâm düşmanlarının bu
durumları belirtildikten sonra hitap tekrar mü'minlere yöneliyor;
onlara ebedî kurtuluşun yolu gösteriliyor: "Ey iman edenler,
kâfirlerin hoşuna gitmese de, dini Allah'a tahsis ederek, sadece
O'na dua edin" (14).

Mü'minler, ne kadar hoş tutmaya çalışırlarsa
çalışsınlar, onlara iyi görünmek için hangi yolları
denerse denesinler, kâfirlerin inananlardan hoşnut olmaları
asla mümkün değildir. Hiç kimsenin dinden taviz vererek müşriklere
hoş görünmek için gayret göstermeye yetkisi de yoktur. Böyle
yapan kimseler, Allah'ın desteğini kaybedip helak
olacaklardır. Allah Teâlâ, bunu; "Kendi dinlerine uymadıkça
Yahudi ve hristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır. De ki:
"Hidayet ancak Allah'ın hidayetidir". Yemin olsun ki, sana
ilim geldikten sonra Şayet onların arzularına uyarsan
Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır"
(el-Bakara, 2/120) âyetiyle müslümanlara bildirerek, onları
uyarmaktadır.

Şu halde mü'minler, kendi yollarına devam
ederek yalnız Rablerine dua etmeli, inkârcıların
sataşmalarına aldırış etmeden, akidelerini her türlü
şâibeden arındırarak emrolundukları gibi din yolunda
mücadele vermelidirler.

Allah Teâlâ, yarattığı her şeyin
üstündedir. Hiç bir varlık O'nun makamına kadar yükselemez.
O; yeryüzünde büyüklük taslayarak, fesad çıkaranların
arzularına göre değil, sadece dilediği nezih
kullarına vahyederek, onları risaletle görevlendirir. Bu konuda
hiç kimsenin itiraz hakkı yoktur;

"Dereceleri yükselten Arş'ın sahibi
(Allah), (Ahiretteki toplanma ve buluşma günü) ile korkutmak için
kendi emrinde olan ruhu (vahyi ya da cibril'i) kullarından
dilediğine indirir" (15).

Bunun hemen peşinden gelen ayette Allah Teâlâ,
dünya hayatında kendisinden başkalarının hâkimiyetlerini
kabul edip, onlara boyun eğenlerin hesap günündeki durumlarını
dile getirir: "Bu gün hâkimiyet kimindir? diye sorulur. "Bir
ve kahhâr olan Allah'ındır" derler" (16).

Allah Teâlâ'nın dünya ve âhiretteki hükmünde
adaletli olduğu ve hiç kimsenin bir haksızlığa
uğramayacağı gerçeği bildirildikten sonra,
inkarcıları, ibret alıp İslâm'ın hakikatini düşünmeye
davet eden âyetler yer alıyor. Bu âyetlerde, küfredenlerin
yeryüzünde dolaşıp geçmişte müslümanlara düşmanlıkta
aşırı gidip helâk olmuş kavimlerden geri kalan helâklerine
dair alâmetleri görmeleri ve bunlardan ibret alıp
durumlarını düzeltmeleri için onlara yol gösterilir:
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş
milletlerin akıbeti nasıl olmuş görmüyorlar mı?..."
(21).

Akıl sahiplerini düşüncelere daldırıp,
onların hidayet yolunu bulmalarını sağlayacak ilâhî
bir uslûbla, Hz. Musa (a.s)'nın, Firavn'a karşı
verdiği tevhid"mücadelesi anlatılır. Allah Teâlâ'ya
başkaldırarak Kur'an ahkâmından yüz çevirenlerin sonlarının,
onlardan hiç de farklı olmayacağı misallerle
desteklenerek, gözler önüne seriliyor: "Nuh, Âd, Semud ve
onlardan sonra gelen kavimlerin durumu gibi... Allah kullarına
zulmetmeyi asla istemez" (31).

Daha sonra, düşünülünce insan aklına
durgunluk verecek kadar mükemmel olan yaradılışın
sebepleri zikredilerek, varlığın her şeyiyle Allah Teâlâ'nın
elinde olduğu ve her şeyin O'nun takdiri çerçevesinde cereyan
ettiği, dolayısıyla insanoğlunun bunu kolaylıkla
idrak edip durumunu düzeltmesi gerektiği bildirilmektedir. Âlemleri
yeniden halketmekte Allah Teâlâ için bir zorluk yoktur: "Dirilten
de O'dur. O, herhangi bir şeyin olmasını dilediği
zaman, ona sadece "ol" der, o da hemen olu verir" (68).

Sûrenin sonuna doğru; inkarcıların dünyada
ve âhirette Allah'ın azabına yakalandıkları zaman,
onları çaresizlik ve pişmanlık içinde bırakacak olan
sorular yer alıyor. Dünya hayatında peşlerine
takılıp, emirlerine boyun eğilen liderler, onlara hiç bir
fayda sağlamayacaktır. Rahmeti her şeyi
kuşatmış olan Allah Teâlâ, kendine isyan edip başkalarına
tapan insanları kıyametin korkunç azabından kurtarmak için,
başlarına gelecekleri haber vererek uyarıyor ve
pişmanlık günü gelip de hiç bir şeyin fayda
vermeyeceği an çatmadan, gidişatlarını düzeltmelerini
istiyor: "Azabımızın şiddetini görünce imana
gelmeleri onlara hiç bir fayda sağlamadı. Allah'ın;
kulları hakkında öteden beri uygulana gelen kanunu budur.
İşte kâfirler o zaman hüsrana uğrarlar" (85).

Allah Teâlâ, kâinât ve kitabını kendi
isim ve sıfatları için bir ayna kılmıştır.
Allah Teâlâ'nın eserini bu kâinat içinde ve kitabında göremeyen
insan kördür. Bu kâinâtın Allah'ın bir yaratması
olduğundan şüphe eden, Kur'an-ı Kerîm'in Allah'ın
kelâmı olduğundan şüpheye düşen kişinin
basireti bağlanmıştır.

Ömer TELLİOĞLU


Konular