Şamil | Kategoriler | Konular

Medine dönemi

MEDİNE DÖNEMİ

İnsanlığın, cehaletin, şirkin
ve putperestliğin karanlığından ilâhi gerçeklerin
aydınlığına kavuşup, ebedî kurtuluşa
erebilmesi için gönderilen son din olan İslâm'ın örnek bir
topluluk tarafından nasıl yaşanacağının
ortaya konduğu ve insanı insana köle olmaktan kurtaran, bunu
bütün insanlığı kucaklayacak şekilde hakim
kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın devlet
sisteminin kurulduğu Medine'ye hicretle başlayıp,
Resulullah (s.a.s)'in ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve
cihat dönemi.

İslâm, Resulullah (s.a.s)'in yirmi üç yıllık
bir tevhid mücadelesi sonucunda tamamlanmış, kemale
ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin vahyoluşundan
Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç senelik
bölümü Mekke Dönemi* olarak adlandırılır. Mekke Dönemi,
müslümanların takibata uğradığı, her türlü
eziyet ve işkencenin onlara acımasızca reva görüldüğü
bir dönemdir. Allah Teâlâ, mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar
topluluğunu insan tahammülünün ötesinde zorluklarla imtihan
ediyor, kurulacak İslâm devletinin sarsılmaz temel
taşları olmaları için ruhî bir hazırlık
safhasından geçiriyordu. Bu insanlar aynı zamanda kıyamete
kadar gelecek müslüman nesillere, tağutların
yıldırma ve her türlü işkencelerine karşı
nasıl tahammül etmeleri gerektiğinin örneklerini veriyorlardı.

Mekkeli müşrikler, inananları susturmak için
bütün yolları denemiş, ancak uyguladıkları zalimce yöntemler
neticesinde, iman edenlerin dinlerinden vazgeçeceklerini umdukları
halde, onların imanlarında daha da
sağlamlaştıklarını ve kendilerine karşı
koymada dirençlerinden hiç bir şey kaybetmediklerini görmüşlerdi.
Bu, onların tamamen sertleşmelerine ve müslümanların
Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak kararlar
almalarına sebep olmuştu.

Bir zaman sonra boykot edilen ve görüldükleri her
yerde saldırıya uğrayan müslümanlar için Mekke'de barınma
imkânları tamamen ortadan kalkmıştı. Bu insanlar,
sırf rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların
taptıkları saçma ilâhlarına tapınmayı
reddettikleri için bütün bu zulümlere muhatap oluyorlardı.
Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak için her şeyini
feda etmeye hazır bu insanlar imanlarından dolayı zulüm
görmeyeceklerini bildikleri Habeşistan gibi uzak ve yabancı bir
diyara hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu hicret
Mekke'de dayanılmaz baskılardan bunalan Müslümanların bir
an olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düşünülmüştür.

Bu arada kendisine iman etmediği halde Resulullah
(s.a.s)'i müşrik zorbaların bütün saldırılarına
karşı korumayı, her türlü zorlama ve tehditlere rağmen
sürdüren amcası Ebu Talib vefat edince onun yerine
Haşimoğullarının başına İslâm'a karşı
en acımasız kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmişti.
Artık Resulullah için Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O,
Mekke'de ilâhî merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin
her gün değişik türde saldırılarına maruz
kalıyordu. Bunun üzerine o, kendisinin tebliğine kulak
verebilecek başka topluluklara yönelmek zaruretini hissetmişti.
Bunun için ilk önce Taif'e gitmiş, ancak orada kimseye birşey
dinletemediği gibi, taşa tutulmuştu. O, Mekke'den
ayrıldığı zaman Ebu Leheb onu "toplum
dışı" ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de
engellemek istemişti. Bu durumda birilerinin ona eman hakkı
tanıması gerekiyordu ki, Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi
altına almak için müracat ettiği üçüncü kimse olan Mut'im
İbn Adiyy bu isteğini kabul etmiş ve tekrar Mekke'ye geri dönebilmişti.
Tevhidî gerçekleri tebliğ görevine başlamasından sonra
çektiği onca ızdırablara ve her geçen gün sistematik bir
şekilde zorlaşan güçlüklere ve kavminin azgınlıklarına
rağmen o, Allah'ın kelimesini yüceltmek için yılmadan ve
hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz bir kararlılıkla mücadelesini
sürdürmüştür.

Resulullah (s.a.s), tevhid akidesini insanlara tebliğ
etmede; Mekke panayırlarına ticaret ve cahilî âdetler üzere
haccetmek için gelen yabancıları hedef almaya yöneldi.

Onlara Allah Tealâ'nın kendisine vadettiği
gerçekleri bildirerek, kendisine sahip çıkmalarını
istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu: "Beni himayeniz altına
alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz ki, İran ve
Bizans İmparatorluklarının sahip ve efendileri sizler
olursunuz". Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red
cevabı alarak kovulmuştu. Neticede Allah Tealâ'nın takdir
ettiği ve hidayetine lâyık gördüğü bir grubu Akabe
mevkiinde İslâm'a davet ettiğinde, onlar hiç tereddüt
göstermeden iman etmişlerdi. Altı kişilik bu küçük
topluluk, Medine'de sürekli mücadele halinde olan iki rakip kabileden
Hazrec kabilesine mensup kimselerden oluşuyordu. Bu altı
kişi memleketlerine döndüklerinde, büyük bir heyecanla iman
ettikleri yeni tevhidî dinlerini diğer insanlara anlatmaya
koyulmuşlardır. Bir sonraki yıl yine Akabe mevkiinde
Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve ikisi de Evs
kabilesindendi. İşte bu buluşmadadır ki, Medine döneminin
temellerini oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı olarak geçen
bey'at gerçekleşmişti.

Resulullah (s.a.s), onlara dinin bir takım temel
prensiplerini bildirmiş ve bunlara uymaları konusunda onlardan
kesin söz almıştı. Resulullah (s.a.s), İslâm'ı
öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i onlara hoca tayin ederek Medine'ye
göndermişti. Bir yıl sonra Mus'ab, Resulullah'a sunduğu
raporunda Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı
bir evin kalmadığını bildiriyordu.

Birinci Akabe Bey'atin'den bir yıl sonra, yine
aynı mevkide bu sefer, ikisi kadın yetmiş üç kişiden
oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş ve İkinci
Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti.
Bu bey'atla Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek
istediğini bildirmiş ve kendisini bütün düşmanlarına
karşı koruyacaklarına ve emrinden
ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti.
Medineli müslümanlar, Resulullah (s.a.s)'i savaşta ve
barışta, her türlü tehlike ve tehditlere karşı
koruyacaklarına dair söz vermişlerdi.

Resulullah (s.a.s), Medine'de oluşan İslâm
cemaatini teşkilatlandırmak maksadıyla her sop için bir başkan
seçmiş ve bunların hepsine birden, Es'ad İbn Zürâre'yi
başkan tayin etmişti.

Bu bey'attan sonra Resulullah (s.a.s)'a Medine'ye
hicret emri verildi (Buharî, Menâkibul-Ensar, 45). Bunun üzerine
Mekke'de bulunan müslümanlar küçük gruplar halinde Medine'ye gitmeye
başladı. Kısa zaman sonra Mekke'de, yakınları
tarafından engellenen kimseler ve Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı.
İslam'ın bu şekilde Mekke dışına
taşması, Mekke şehir devletini idare edenleri tedirgin
etmişti. Çünkü onlar, Resulullah (s.a.s)'ın Medine'de meydana
getireceği gücün ileride kendi müşrik yönetimlerine son
verecek bir duruma gelmesinden korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar
için bir kaçış değildir. Zira onlar Allah'tan başka
korkulacak bir gücün varlığına inanmıyorlardı.
Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak dinleri uğruna her
şeylerini feda etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın
tesbit etmiş olduğu bir hareket stratejisinin uygulanmaya
konmasından başka bir şey değildir.

Tehlikenin boyutlarını kavrayan Mekke müşrikleri,
önemli kararlarını almak için toplandıkları bir
meclis olan Darü'n-Nedve'de bir araya gelerek Resulullah'ı öldürme
kararı almışlardı. Ancak onlar, Allah Tealâ'nın
Resulünü korumakta olduğundan habersizdiler. Onların
kurduğu komplo hiç bir işe yaramamış, Resulullah
(s.a.s), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı tehlikeli bir
yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O, ilk önce
Medine'nin girişinde Kuba köyünde konaklamış ve burada
bir mescit inşa etmişti.

Kuba'da birkaç gün dinlendikten sonra Medine'ye
hareket eden Resulullah (s.a.s)'i Medineli müslümanlar büyük bir coşku
içerisinde karşılamış ve herkes, onu evinde konaklama
şerefine nail olmak için yarışa girmişlerdi. O,
başını boş bıraktığı devesinin
çöktüğü boş arsaya en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin
evine yerleşmişti.

Resülullah (s.a.s)'in Kübaya ulaşmasıyla
İslâm vahyinin Mekke dönemi olarak adlandırılan ve
kendine has bir özelliği olan dönemi kapanıyor ve İslâm'ı
insanlara ulaştırıp, onların müşrik
zorbaların tahakkümünden ve şirkin
karanlığından kurtarmak için kuvvetin teşkilatlandırılıp,
devlet şekline sokulmasıyla birlikte Resulullah (s.a.s)'in
vefatına kadar on sene sürecek olan yeni bir dönem başlıyordu.

Resulullah (s.a.s)'in ilk işi devesinin çöktüğü
arsayı sahiplerinden satın alarak buraya bir mescit inşa
etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı ile anılan bu mekânın
İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde gördüğü
fonksiyon oldukça büyüktür (bk. Mescid-i Nebî mad.).

Resulullah (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman,
burada Mekke'deki gibi bir devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi
olan Evs ve Hazrec'den başka, varlıklarını bu
kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren
Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç yahudi
kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu yahudi kabileleri
arasında da bir birlik yoktu. Bu anarşi ortamı herkesi
bıktırmış olduğu için, bütün kabileler
Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral ilân edilerek bir devlet
otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde anlaşmalarını
sağlamıştı. Hatta bunun için bir krallık
tacının yapılması için de sipariş bile
verilmişti. Ancak henüz devlet teşekkül etmiş
değildi. Bu durum Resulullah'ın işini
kolaylaştırıyordu. O, ilk iş olarak, yahudiler ve
diğer müşrik Araplar da dahil herkesi toplayarak
hazırladığı anayasa çerçevesinde bir devlet kurulmasını
sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan anayasa, herkesin
hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı zamanda idarenin müslümanların
elinde olmasını öngörüyordu (bu anayasanın maddeleri için
bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, İstanbul 1980, I,
220 vd.).

Medine'de müslüman nüfus azınlıkta
olmasına rağmen, kurulan devlet bir İslâm devleti niteliğinde
olup, bunun tabii başkanı da Resulullah (s.a.s)'dir. Daha önce
Medine'de bir devlet yapısının olmayışı,
Resulullah (s.a.s)'ın İslâm devletini kurup hiç kimse ile bir
çatışmaya girmeden onu istediği gibi
teşkilatlandırmasını
kolaylaştırmıştı. Ancak İslâm devletinin
kurulmasıyla krallığı suya düşen Abdullah
İbn Ubeyy zahiren iman etmiş gözükerek, Medine İslâm
devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların
lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca,
müslümanları sıkıntıya sokan etkili nifak
hareketlerinin tezgâhlanmasında oldukça büyük rol oynamıştır.

Mekke'den her şeylerini terkederek Allah yolunda
hicret eden muhacirlerin Medine'deki
yaşayışlarını kolaylaştırmak ve sosyal
hayata adapte etmek için Resulullah (s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla
kardeş ilân etmiş ve bu kardeşlik birbirine mirasçı
olmak kadar ileri götürülmüştü. Bu olay tarihe
"Muahat" * adıyla geçmiş ve Ensar'ın Allah
yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar büyük
fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya koymuştur.

Artık, Mekke'de sadece bir cemaat statüsünde
olan müslümanlar Medine'ye hicretle devletlerini kurmuş, bu da
İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli değişiklikleri
beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş ferdi olaylara
itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı. Bu
dönemin tabiatı bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence
ve saldırılara rağmen müşriklere karşı
silahla karşılık verilmesine izin vermemişti.

İkinci Akabe Bey atının peşinden,
Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya Resulullah, izin ver sana eziyet eden
müşrikleri kılıçtan geçirelim" dediğinde
Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadık,
arkadaşlarınızın yanına dönün" buyurmuştu
(Ahmet b. Hanbel, III, 462).

Hicretle birlikte, devletin kurulmasından hemen
sonra, Allah Teâlâ inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete
kadar sürecek cihatın kapısını açıyordu:
"Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselerin karşı koyup savaşmasına izin
verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir"
(el-Hac, 22/39).

Mekkeli müşrikler, hicretten sonra, kendileri açısından
durumun vahametini anladıkları için Medineliler'den, Resulullah
(s.a.s)'i öldürmeleri, en azından Medine'den sürmelerini
istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde Medine'yi
işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah
(s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya
gayret gösterirken, sınırları tespit edilmiş ve henüz
bir şehir devleti niteliğindeki bölgenin dışında
kalan gayrimüslim kabilelerle ittifak veya saldırmazlık
antlaşmaları yaparak dışardan gelebilecek bir
tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu.
Ancak burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarını
savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif olarak diğer
insanlara da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır.
Bunun için askerî gücün kaçınılmazlığı açıktır.
Bundan dolayıdır ki Hicret, sadece Mekkeli müslümanların
Medine'ye intikali ile sınırlı tutulmamış, nerede
olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye hicreti farz
kılınmıştır. Mekke'nin fethine kadar geçerli
kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek
kalmadığı için kaldırılmıştır.

Resulullah (s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı
inen ayetleri, Mescid-i Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca
Mescid-i Nebi'ye eklenen ve İslâm öğretiminin ilk
üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da yetişmiş ashabın
katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün
müslümanları kapsayacak şekilde yerine getiriliyordu.

Bu teşkilatlanma ve eğitim çalışmaları
yanında İslâm devletinin en önemli düşmanı olan
Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin
hazırlıkları da yapılıyordu. Resulullah (s.a.s),
Hicretten yedi ay sonra, Mekkeli müşriklere ait ve başında
Ebu Cehil'in bulunduğu bir ticaret kervanını vurmak için
Hz. Hamza komutasında otuz kişilik bir birliği Medine'den
yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği
olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan
kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.

Bu olaydan bir ay sonra, altmış kişilik
bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasında yine Mekke
kervanının yolunu kesmek için göndermişti. Seniyyetül-Murre
mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir
çatışma meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri
ile müslümanlar arasında tam bir savaş hali
yaşanıyordu. Bunun için, bu kervanlara yapılan
saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi. Müşriklere
ait ticaret kervanlarının İslâm devletinin nüfuz
bölgelerinden geçmesi engellenerek, savaş halinde bulunan güçlerin
ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük
çaplı askerî operasyonlarla müslümanların savaş
yeteneklerinin geliştirilmesi ve tecrübe kazanmalarını
sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar için İslâm
ordusunun alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.

Hicrî birinci senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas
komutan tayin edilerek, yirmi kişilik bir kuvvetle el-Harrar bölgesine
gönderilmişti. Ancak, Mekke kervanı bir gün önceden burayı
terkettiği için yine bir çatışma olmadan Medineye dönülmüştü.

Hicrî ikinci senenin Şevval ayında, ikiyüz
kişilik bir kuvvetle Resulullah (s.a.s)'ın bizzat askerî sefere
çıktığı görülmektedir. Bedir yakınlarındaki
Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah (s.a.s), bu bölgede oturan Benu
Damra kabilesi ile bir saldırmazlık antlaşması
yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (s.a.s), ikiyüz
kişilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında
bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını
sıkı bir takibe alan Resulullah (s.a.s), çıktığı
seferler esnasında bir takım kabilelerle. antlaşmalar
akdediyor ve Medine etrafındaki kabileleri Mekkeli müşriklere
karşı kendi tarafına alıyordu.

Bu arada, Şam ticaret yolunun müslümanlar tarafından
kontrol altına alınması Mekke müşriklerinin
tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri ikinci
yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in
komutasındaki Mekkeli bir birlik Medine'nin dış
mahallelerine baskın düzenlemiş ve buraları
yağmalamıştı. Medine'ye henüz dönmüş bulunan
Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli birliği yakalamak için peşlerine
düştüyse de, kaçıp gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün
olmamıştı. Bu olay müslümanlar için üzüntü verici
olmuştu. Bunun üzerine Mekke'den bir kervanın yola çıktığı
haberi alınınca Resulullah (s.a.s), hemen Medine'nin güney batı
tarafında bulunan Benu Damra arazisine doğru yola çıktı.
Burada Müdlic kabilesine mensup olup, hicret esnasında Resulullah
(s.a.s)'i yakalamak isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah
(s.a.s)'i kabile mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile
karşılamıştı. Suraka'nın müslümanları
ağırlaması esnasında Mekke kervanı savuşup
gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların
sayısı yüz elli kişi kadardı.

Suriye'ye giden kervanın yolunun kesilmesini
sağlamak için Resulullah (s.a.s) iki kişiyi istihbarat
maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca oniki
kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında,
Mekke devletinin müslümanlar hakkında tasarladıkları
planları öğrenmek için tehlikeli bir görevle -Mekke'nin
güneyinde,. Mekke ile Taif arasında bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi.
Bu birliğin gittiği yerin gizliliğini muhafaza için
görevlerini bildiren mühürlü talimatın iki gün yol alındıktan
sonra açılması emredilmişti. Bu birlik Nahle bölgesine
geldiğinde Mekkelilere ait üzüm ve deri yüklü bir kervanla karşılaştı.
Görevi sadece haber toplamak olan birliğin komutanı Abdullah
İbn Cahş, bu kervana saldırı emri vermiş sonuçta
bir müşrik öldürülmüş, iki esir alınmış ve
kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu. İslâm devletine
ait askerî birlikler düşmanla ilk defa ciddi bir çatışmaya
girmiş oluyordu.

Şam tarafına gitmiş olan kervanın dönüşte
ele geçirilmesi için hazırlıklara girişildi. Bu
kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü Mekkeli müşrikler,
Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm devletine nihai darbeyi
vurup ortadan kaldırmak için gerekli olan finansı sağlamak
gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük kervanı
Suriye'ye göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi
Medine'ye ulaşınca Resulullah (s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de
vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında
üçyüz kişiden oluşan ashabıyla birlikte yola çıktı.
Bunu öğrenen Ebu Süfyan, kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken,
aynı zamanda durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım
yetiştirilmesini istemişti.

Böyle bir fırsatı kaçırmak istemeyen
Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı galeyana getirmeye çalışıyordu.
O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına geçerek
Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm
ordusu Zefiran denilen yere geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık
bir ordu ile yola çıktıkları haberi Peygamber'e
ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu Süfyan kervanı
kurtarmış ve tehlikeyi atlattığını yola çıkmış
bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil,
yakaladığı bu fırsatı değerlendirmek için
yoluna devam etti. Ashabıyla bir durum değerlendirmesi yapan
Resulullah (s.a.s), onların Allah yolunda savaşmadaki
kararlılıklarını görünce kendi ordusundan üç kat
daha kalabalık müşrik güçlerle savaş kararı
alınarak yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet
almış durumdaki düşman ordusuna karşı
mevzilendi.

Bu savaş İslâm'ın kaderini belirleyecek
bir mahiyet arzetmekte idi. Bu savaş ya kazanılacaktı veya
üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti tarihe karışacaktı.
Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in Rabbine yaptığı
şu tazarru açıkca ortaya koymaktadır: "Allah'ım,
vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün
şu küçük ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse
kalmayacak".

Allah Tealâ bu esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen
şu ayeti vahyediyordu:

"Bütün bu toplananlar (müşrikler) hezimete
uğrayacak ve arkalarına dönüp kaçacaklardır"
(el-Kalem, 68/45).

17 Ramazan günü (13 Mart 624) yapılan
savaşta Allah Teâlâ'nın vadi gerçekleşmiş ve düşman
ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu
Cehil ve diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil
yetmiş müşrik öldürülmüş, çok sayıda da esir
alınmıştı. İslâm ordusunun verdiği
şehit sayısı ise on dört kişiydi (bk. Bedir Gazvesi).

Bedir savaşı, Medine İslâm devletinin
temellerini sağlamlaştırmış, inananlara büyük
moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla
hak batıla üstün gelmiş, küfrün, şirkin ve
putperestliğin yeryüzünden silinip atılması için
İslâm cihatı meşalesi tutuşturulmuştu.

Bedir'den Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a
duydukları düşmanlıktan dolayı içlerini kemiren ve
müslümanların kazandığı bu büyük zaferi
hazmedemeyen ve kahrolan yahudiler, düşmanlıklarını açığa
vurmaya ve değişik yollarla müslümanlara sataşmaya
başlamışlardı.

İffetsiz bir kadın şair olan Asma binti
Mervân ile Ebu Afek adındaki yahudi şairler, İslâma karşı
haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi. Yahudi
kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa
vuran Kaynuka yahudileri, Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini, Mekkeli
arapların savaş bilmemelerine bağlayıp; "bizimle
karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler"
diyerek müslümanları hafife alıyorlardı.

Bir müslüman kadının yahudiler
tarafından saldırıya uğraması üzerine çıkan
olaydan sonra Resulullah (s.a.s), Kaynukaoğullarına savaş
ilân etti. Müslümanlara karşı büyüklenen bu yahudi kabile,
tıynetlerindeki korkaklıklarından, sarfettikleri sözleri
unutup kalelerine kapanmaktan başka ça! re bulamadılar. Müslümanlarla
çatışma cesaretini gösteremeyen Kaynukaoğulları
teslim olmaları üzerine Medine'den sürülüp çıkarıldılar
(bk. ; Kaynukaoğulları).

Gelişen olaylar çerçevesinde Allah Teâlâ,
sosyal, iktisadî, siyasî konulardaki ayetlerini, hikmetine binaen bir
nüzul sebebi çerçevesinde gönderirken, İslâm savaş hukukuna
dair teşrii de oluşmaya başlamıştı. İslâm,
canlı bir hayat dini olduğu için, inen hükümler hemen toplum
hayatına yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından
hazmedilerek, yaşayışlarını onlara göre düzene
koyuyorlardı. İslâm tebliğinin Mekke safhası,
nasıl ki kıyamete kadar sürecek tevhid mücadelesinde insanlara
örnek teşkil etsin diye Allah tarafından o seçkin topluluğa
yaşatılmışsa, Medine dönemi de, kıyamete kadar müslümanların
ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar her
şeyleri için örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluğuna
yaşatılmakta idi.

Bedir savaşından sonra Resulullah, Mekke müşrikleriyle
müttefik konumundaki müşrik kabilelere karşı
akınlara girişmişti. Bedir'de müslümanların elde
ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine
karşılık sürülmeleri, geri kalan yahudileri çileden çıkarmıştı.
Bütün peygamberlere ihanet eden bu kavim, Resulullah (s.a.s).ile yaptığı
antlaşmaya aykırı olarak Mekke müşrikleriyle gizliden
gizliye komplolar hazırlamaya girişti. Yahudi liderlerinden
şair Ka'b b. Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman
üzüntüsünden;

"Bugün yerin altı üstünden yeğdir"
demiştir. Bu adam Mekke'ye gidiyor ve Bedrin intikamını
almaları için onları harekete geçirmeye çalışıyor,
yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair taahhütlerde
bulunuyordu. Düşmanlıkta alenî davranan ve ileri giden bu
yahudi öldürülerek fesatı engellenmişti.

Bedir mağlubiyetini bir türlü hazmedemeyen ve
öfkeden çılgına dönen müşrikler, intikam almak için
hemen hazırlıklara girişmişlerdi. Bedir öncesi, Ebu
Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan
herkes sadece sermayelerini almış, kervanın 250.000 dirhem
tutarındaki toplam kârı ordu teşkilinde harcanmak için
ayrılmıştı. Mekke dışındaki bir çok
kabileye heyetler gönderilerek para karşılığında
asker toplama yoluna gidildi. Ordunun mümkün olduğu kadar büyük
ve kalabalık olması gerekiyordu. Zira Medine'ye doğru yürüme
cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.

>>>>>


Konular