Şamil | Kategoriler | Konular

Kehf suresı

KEHF SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in onsekizinci Sûresi. Bir
bölümünde ashâb-ı kehf'den bahsettiği için bu adı
almıştır. Mekke'de nâzil olmuştur. Yüzon âyet,
binbeşyüzyetmişyedi kelime ve altıbin üçyüzaltmış
harften ibârettir. Âyet sonlarına ahenk veren fâsılası
"elif" harfidir. Yirmi sekizinci âyetin Medine'de indiği
rivâyet edilir. Kehf, dağda geniş mağara anlamına
gelir. Sûrede üç önemli kıssa yer alır. Ashâb-ı Kehf,
Musa ve Hızır (a.s) kıssası ve Zülkarneyn kıssası.

Bu sûre hakkında rivâyet edilen hadislerden
ikisinin anlamı şöyledir:

"Sahâbeden Üseyd b. Hudayr, Kehf sûresini okumuştu.
Evinde de bir atı vardı. Bu sırada at ürkmeğe,
deprenmeğe başladı. Bunun üzerine (Üseyd) Yâ Râb! Sen
âfetten emin kıl, diye dua etti. Hemen onu duman gibi bir şey,
yahut bir bulut kapladı. Sonra (Üseyd) bu olayı Hz. Peygambere
anlattı. Rasûlüllah, "Oku ey kişi. Çünkü o bulut gibi
görünen şey Sekine'dir. Kur'ân dinlemek için yahut Kur"ân-ı
tebcil için inmiştir", buyurdu (Buhârî, Menâkıb, 25;
Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 11; Tirmizi, Fedâilu'l-Kur'an, 6). Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim, Kehf sûresinin
evvelinden on âyet ezberlerse, deccâl'den korunmuş olur" (Müslim,
Müsâfirûn, 257; Ebû Dâvud, Menâhim, 14; Tirmizi, Fiten, 59; İbn
Mâce, Fiten, 33).

Nüzûl sebebiyle ilgili olarak ibn İshak'tan
şu haber anlatılıyor: Kureyş'in kâfirlerinden Nadr b.
Hâris, Hire'ye gitmiş, orada Rüstem ve İsfendiyer hikâyelerini
öğrenmişti.

Allah Rasûlü insanlara İslâm'ı
anlatırken veya tebliğ görevini yerine getirirken bu adam hemen
söze karışırdı. "Ben, size ondan daha güzelini
anlatırım" diyerek peygamberimizin sözünün etkisini
azaltmaya çalışır, Fars memleketleriyle ilgili hikâyeler
anlatmaya başlardı.

İnsanların İslâm'a yönelmesini ve
müslüman olmasını önleyemeyen Kureyşliler, Nadr b. Hâris'in
yanına Ukbe b. Mu'ayt'ı da kattılar, Medine'de bulunan
Yahudilerin yanına gönderdiler. Kureyşlilerin amacı fitne
çıkarmak insanların müslüman olmasını engellemek için
Yahudilerden akıl almaktı. Bu iki Kureyşli Yahudilerin
yanına vardıklarında "siz kitap ehlisiniz"
dediler. Peygamberimizin durumu ve onun tebliğ ettiği din
hakkında bilgi edinmek için geldiklerini söylediler.

Yahudiler, onlara şu üç öğütte
bulundular. O'na "genç yiğitleri, seyyah adamı, ruhu
sorun" dediler. Nadr b. Haris ve Ukbe b. Mu'ayt Mekke'ye geldiler.
Allah Rasûlüne bu üç soruyu sordular. Bu olay sonucunda bu sûre
nâzil olmuştur.

Bu sûreye Kehf adının verilmesi sebebiyle
zikri geçen kişilerce de Ashab-ı Kehf denilmiştir.
Yahudilerin "genç yiğitler" dedikleri kişiler
bunlardır. Bunlara; "mağara arkadaşları",
"yedi uyurlar" adı da verilmektedir. Sûrenin onuncu
âyetinden yirmi yedinci âyetin sonuna kadar Ashâb-ı Kehf'den
bahsedilmektedir.

İbn İshak'ın naklettiğine göre, bu
sûrede anlatılan Ashâb-ı Kehf, İsa aleyhisselâm'ın
dini üzere amel eden birkaç genç olup, bunlar kendilerini putlara taptırmak
veya öldürmek için takip eden Roma toplumu ve bölge valisine karşı
mücâdele ve dinlerini korumak üzere dağa çıkmış,
mağaraya gizlenmişlerdi. Cenâbı Hak onları düşmanlarından
korumak ve öldükten sonra dirilmeye ibret ve işaret kılmak için
üçyüzdokuz yıl mağarada uyuttu. Uyandıkları zaman
birkaç saat uyuduklarını sandılar. İçlerinden
birisi, bir şeyler almak için kasabaya inince bir kaç asır
önceki gümüş para, olayın anlaşılmasına yol açtı.
Böylece topluma, öldükten sonra dirilmenin uygulaması gösterilmiştir
(9-22).

İkinci kıssa Musa peygamberle Hızır
aleyhisselâmın arasında geçer. Musa (a.s), Hızır
(a.s)'dan ledün ilmi (Allah tarafından bazı kullara verilen
özel ilim) öğrenmek ister. Buluşurlar ve birlikte yolculuk
yaparlar. Önce bir gemiye binerler, gemi denize açılınca
Hızır (a.s) gizlice ambara inerek gemiyi deler. Durum
anlaşılınca gemi tamir için geri döner. Musa (a.s) buna
bir anlam veremez ve Hızır'a itiraz eder. Hızır (a.s)
işin iç yüzünü açıklar. Gemi denizde iş yapan
yoksullarındır. Yoluna devam ederse ileride korsanlar pusu
kurmuş olup, gemiyi zorla ele geçireceklerdi. Ârıza ile geri dönüş
gemiyi gasptan kurtardı (el-Kehf, 8/71, 79). Yolculuğa karada
devam ettiler. Hızır (a.s) bir yerleşim merkezinde
rastladıkları bir çocuğu öldürdü. Çocuğun görünürde
hiçbir suçu olmaksızın öldürülmesi Musa (a.s)'nın yine
itirazına yol açtı. Âyette olayın bilinmeyen tarafı
şöyle ifade edilir: "Oğlana gelince, onun anası ve
babası iman etmiş kimselerdi. Bunun için onları bir
azgınlık ve kâfirlik bürümesinden endişe ettik"
(el-Kehf, 18/80). Yasarsa ana babayı küfre düşürecek olan bu
çocuk yerine, yüce Allah o aileye daha hayırlı ve daha
merhametli başka bir çocuk verecektir (el-Kehf, 18/80). Giderken
yolları bir kasabaya (Antakya) düştü. Kasaba halkından
yiyecek istediler. Fakat halk yiyecek vermedi. Bu arada
Hızır'ın dikkatini yıkılmak üzere olan bir duvar
çekti. Duvarı doğrulttu ve sağlamlaştırdı.
Bundan dolayı bir ücret de istemedi. Hz. Musa buna da bir anlam
veremeyip itiraz etti. Hızır (a.s) isin iç yüzünü açıkladı:
Bu ev iki yetim çocuğa aitti. Duvarın içinde, çocuklar
büyüyünce sahip çıksın diye saklanmış bir hazine
vardı. Çocukların babası sâlih bir zat olduğu için,
ona verilen değer sebebiyle duvarın erken
yıkılması ve böylece hazinenin erken ortaya çıkması
önlenmiş oluyordu. Çünkü yetim çocuklar o yaşta
haklarını koruyacak bir durumda değildi (el-Kehf,
18/77-82). Hızır (a.s) bütün bunları kendiliğinden
değil Allah'ın emriyle yapmıştır.

Sûrede üçüncü kıssa Zülkarnayn'e aittir.
Zülkarneyn'in kim olduğu ihtilaflıdır. Peygamber olup
olmadığı da tartışmalıdır. Ancak
Allah'ın sâlih bir kulu, tevhid inancına sahip ve mü'min olduğunda
görüş birliği vardır. Kendisine yeryüzünde büyük
güç verilmiş doğu ve batı arasında yolculuk
yapmıştır. Doğu Azerbaycan'a
ulaştığı zaman hiç söz dinlemeyen bir kavim buldu.
Onlar, yerde fesat çıkaran Ye'cuc ve Me'cuc adlı kabilelere
karşı, araya bir set çekmede Zülkarneyn'den yardım
istediler. Zülkarneyn bu azgın kavmin önüne demir ve bakırdan
büyük bir set yaptı (el-Kehf, 18/96). Âyette bu setten şöyle
söz edilir: "Artık onu aşmaya da güç yetiremediler, onu
delmeye de muvaffak olamadılar. Bu dedi Rabbimden bir merhamettir.
Fakat Rabbimin va'di gelince. O, bunu dümdüz yapar" (el-Kehf,
18/97, 98).

Sûrede zengin inkârcı ile yoksul mü'min örneği
de ibretlidir. Allah iki kişiden birine iki üzüm bağı,
hurmalık ve ekinlik olmak üzere güzel bir çiftlik verir. Ortadan
da su fışkırtır. Bu kimsenin başka gelirleri de
vardır. Güzel ürün alıyordu. Ancak serveti arttıkça
gurura kapılır, yoksul olan mü'mini küçük görür. Kendisini
o kadar güçlü görürki, çiftliğin sonsuza kadar bu şekilde
kalabileceğini, helâk olacağını
sanmadığını bildirir. Kıyametin
kopacağını da inkâr eder. Arkadaşı onu
uyarır. Allah dilerse bu çiftliğin bir anda helâk olabileceğini
hatırlatır. Fakat söz dinlemez. Bir gün bütün serveti,
çiftliği batar, hiçbir şeyi kalmaz. Keşke Rabbime hiçbir
şeyi ortak tutmasaydım diyerek pişman olur. Artık ona
Allah'tan başka yardım edecek hiçbir kimse yoktu ve kendisi
Allah'tan öç alabilecek değildir (el-Kehf, 18/32-44).

Sürede dünya nimetlerinden, âhiret azabından, müşriklerin
Hz. Peygambere sorularından, imanı güçlendirecek güzel
örneklerden bahsedilir. Sûre şu âyetle son bulur: "De ki; Ben
ancak sizin gibi bir beşerim. Şu kadar ki, bana ancak ilâhınızın
bir tek Allah olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabb'ıne
kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve
Rabb'ine kullukta hiçbir şeyi ortak tutmasın" (el-Kehf,
18, 110).

Hamdi DÖNDÜREN


Konular