Şamil | Kategoriler | Konular

Hakımıyet

HÂKİMİYET

Arapça'da "el-Hukm" kelimesi sözlükte yargı
ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime bütün
kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun
isterse bulunmasın belirli bir konunun gerçek değerinin
anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir
makama başvurma mânâsını ihtiva etmektedir: Kur'ân-ı
Kerîm'de de -kelimenin bu anlamı göz önünde bulundurularak-
kullanıldığı görülmektedir.

Bu kelimenin Türkçe'de "egemenlik" anlamında
kullanılan "hâkimiyet" şeklindeki söylenişi ise,
hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik (sovereignty)
anlamıyla Arapça'da da yenidir.

Hâkimiyeti hukukçular ve siyaset bilimcileri genel
olarak şu şekillerde tanımlarlar:

J. Bodin'e göre hâkimiyet; "yurttaşlar ve
uyruklar üstünde yasayla kısıtlanmamış en yüksek
iktidar" (G. Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, II, 82); J.J.
Rousseau'ya göre genel iradenin uygulanması" (İçtimaî
Mukavele, İstanbul, 1967, 137); İbn Haldun'a göre sahibinin
gücü üstünde bir gücün bulunmaması (Mukaddime, Mısır,
(t.y), 188) anlamındadır.

Çağdaş hukukçular ise -ufak tefek farklılıklar
bir yana bırakılacak olursa- hâkimiyeti şöyle tarif
ederler:

"Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakikî ve
tüzel kişiler üzerinde kullanılan ve devlet
kişiliğine bağlı olan, ondan ayrılmayan asli en yüksek
hukukî iktidar veya kudrettir." Ya da kısaca; "aslî ve en
yüksek kumanda ehliyet ve selahiyeti" şeklinde
tanımlanabilir.

Mevdudi ise, hâkimiyeti tanımlarken
şunları söylemektedir:

"Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve
mutlak iktidar anlamında kullanılır. Herhangi bir kimse ya
da topluluğun hâkimiyeti elinde tutmasından maksat şudur:
Onun her hükmü kanun mahiyetini taşır ve kanun olur. Böyle
bir kimse ülkesinde yaşayan fertlerin üzerinde hükümlerini
yürütür ve sınırsız tercih ve yetkilerin sahibi olur.
İdare edilenler de böyle bir kimseye kayıtsız
şartsız itâat etmeye mecburdurlar. Onun yetki ve tercihlerini
kendi irâdesi altında hiç bir şey
sınırlandıramaz ve kısamaz. Fertlere verilmiş
bulunan herhangi bir hak var ise, bu hak da ancak onun tarafından
verilmiş olur... Diğer taraftan hâkimiyeti elinde bulundurması
sebebiyle herhangi bir kanun bağlamadığı için böyle
birisi tam mânâsıyla kadir-i mutlaktır..." (İslâm'da
Hükümet, çev: A. Genceli, Ankara t.y., s. 421-422).

Mevdûdî'ye göre "bundan daha az kudret ve
imkâna 'hâkimiyet' denemez. Ancak böyle bir 'hâkimiyet' bu gün artık
farazi bir kavram hâline gelmiştir. Alanı o kadar küçülmüştür
ki, gerçek bir hâkimiyet yahut da siyaset ilminde kullanılan terim
anlamıyla 'siyasî hâkimiyet (political sovereignty)' dahi kalmamıştır."

Hâkimiyetin nasıl yorumlandığına
ve genel çerçevesine bu şekilde kısaca değindikten sonra,
İslam'ın ya da Kur'ân-ı Kerîm'in bu konuyu genel
çizgileriyle nasıl çerçevelediğine, nasıl
yorumladığına bir göz atalım:

1- Kur'ân'a Göre Hâkimiyet

Türleri:

Her kavrama kendine has bir yorum getiren İslâm
dini, hâkimiyet konusunda da İslâmî olan ve olmayan ayrımını
gözetir. Kur'ân-ı Kerîm, İslâmî ve câhilî olmak üzere
iki tür hâkimiyet olduğunu kaydeder:

"Onlar hâlâ câhiliyenin hükmünü mü arıyorlar?
Şüphesiz bir kanâate sahip olacak bir topluluk için hükmü
Allah'tan daha güzel olacak kimdir?" (el-Mâide, 5/50).

Başka âyet-i kerimelerden, Allah'ın hükümleri
dışında kalan hükümlerin "hevâ, tâğut, dalâlet
vb. hükümleri" diye adlandırılmaları İslamî
olmayan hükümler arasındaki mahiyet farkından kaynaklanmamakta;
aksine İslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanın
yanında diğer olumsuz nitelikleri de kaçınılmaz
olarak taşıdıklarını ortaya koymaktadır.

Ayette geçen "hüküm" kelimesi yalnızca
siyasal anlam taşımakla kalmamakta her türlü "yargı"yı
da kapsamaktadır. Böylece, İslâm'a göre yapılanmış
ve her türlü değer yargısı İslâm'a göre
şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâm'i; ve böyle
olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.

İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında
kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm'ın değer
yargıları dışında kalan her türlü değerlendirmeye
ad olan "câhilî hakimiyet"in mahiyeti hakkında İbn
Kesîr sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der:

"Cenâb-ı Allah, her türlü hayrı
kapsayan ve her türlû şerden uzak tutan Allah'ın
sapasağlam hükmünü bırakıp onun dışında
kalan ve şahıslar tarafından Allah'ın şerîatine
dayanmaksızın konulmuş görüş, hevâ ve
ıstılâhlara yönelen kimselerin bu davranışını
reddetmektedir. Nitekim câhiliye dönemi insanları da böyle yapıyor,
kendi görüş ve hevâlarından hareketle ortaya
attıkları dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardı.
Moğolların da yaptıkları bu idi. Onlar kendilerine
yasak (yasa) koyan kralları Cengiz Han'ın hükümlerine göre
yönetiyorlardı. Bu Yasak'ı ise Cengiz, yahudi ve hristiyan
şerîatlerinden, İslâm dininden ve başka dinlerden
yararlanarak meydana getirmişti. Orada sırf kendi görüşü
olan ve hevâsından kaynaklanan hükümler de vardı.
İşte onun bu Yasak'ı (Yasası) soyundan gelenler
arasında uyulan bir şerîat olmuştu. Onlar Allah'ın
kitabı ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara bırakıp
"Yasak" ile hükmediyorlardı. Her kim böyle yaparsa o
kâfirdir; Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne geri dönüp, az ya da
çok hiçbir konuda onların dışında hiçbir şeyle
hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaşmak farzdır'
(İbn Kesîr, Tefsîrü'l Kur'âni'l-Azim, Beyrut 1388/1969, II, 67).

Görüldüğü gibi burada İbn Kesîr,
İslâmî ve câhilî hükmün mahiyetini açıklamış;
kendi döneminde câhiliye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han
Yasaları'nı göstermiş; Allah'ın hükümlerini bırakıp
câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı
takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde
belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu
teorik olup pratik ve hukukî bir takım sonuçları olmayan bir
yorumdan ibaret değildir. Bu konu doğrudan doğruya
Allah'ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir
hükmü kabul etmemek şeklinde bir uygulama ile, böylesini kabul
etmeyenlere karşı hukukî bir takım uygulamaları
beraberinde getiren bir anlayıştır.

2-İslam'ın Hakimiyet Yorumu: İslâm'a
göre mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet yalnızca
Allah'ındır. Bu konuda bütün müslümanlar arasında tam
bir fikir birliği vardır. Hûküm koymak Allah'a has bir
yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir
ortaklığı yoktur. (Şah Veliyullah ed-Dehlevî
Hüccetu'llahi'l-Bâliğa, Beyrut (t.y), I, 62); Hiçbir kimsenin
Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O hükmüne
hiçbir kimseyi aslâ ortak etmez. (el-Kehf, 18/26)

İslâm'da hakkın ölçüsü ve yegane hak,
Allah'ın kitabı ve Rasûlün sünneti olduğundan, herkesin
bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliğinden birtakım
sözler ortaya koyar ve kendi anlayışına göre bazı
kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayışı hattâ
(Kur'ân ve Sünnet'i) yorumlanışı sonucunda ileri sürerse,
bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arzolununcaya kadar ümmetin ona
uyması ve anlaşmazlıklarında onun hükmüne başvurması
gerekmez. Eğer Rasûl'ün getirdikleri ile çatışmaz ve
uygun düşerse, doğrulukları belgelenirse ancak o zaman
kabul edilir; fakat Rasûl'ün getirdiklerine aykırı olursa o
zaman bunların reddedilmesi gerekir. (İbn kayyim el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd,
Beyrut 1405/1985, I, 38) Çünkü yüce Rabbimiz mü'minlerin geçerli bir
imana sahip olmaları için aralarındaki
anlaşmazlıklarda Rasûl'ün hükmüne başvurmayı
şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı
duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim
olmayı da öngörmüş bulunuyor (Bkz. en-Nisâ, 4/65).

Kısacası Allah ve Rasûlü herhangi bir
konuda hüküm vermiş ise, hiçbir mü'minin o konuda istediklerini
tercih etme yetkisi yoktur (el-Ahzâb, 33/36).

"Allah'ın, Rasûlü Muhammed'e indirdiğinden
başkası ile hüküm vermek helâl değildir: Çünkü hak
yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise
zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla
hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı),
bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm
ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez"
diyen İbn Hazm, (el-Muhallâ, Kahire t.y., IX, 362) buna delil olarak
da Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Ve onlar arasında Allah'ın
indirdiğiyle hükmet..." (el-Mâide, 5/49) âyetini
göstermektedir.

Yüce Rabbimizin hâkimiyetin boyutlarını ya
da İslâm'ın hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diğer
taraftan Allah'ın beşer üzerindeki hâkimiyetinin -bir anlamda
da- gerekçelerini kavrayabilmek için "Allah'ın hâkimiyeti"nin
çeşitli yönlerine dikkat etmemiz yerinde olacaktır.

a)Allah'ın Kevnî Hâkimiyeti:

Allah, bu kâinatın biricik
yaratıcısıdır. Gördüğümüz göremediğimiz,
bildiğimiz bilemediğimiz her şeyi yaratan, mutlak
yaratıcı O'dur. O'ndan başka yaratan yoktur. O aynı
zamanda yaratıklarının Müdebbir'i, Rabbi ve Mâliki'dir.

"Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır"
(el-Fâtiha, 1/1).

Sihirbazlar, Hz. Musa'nın mucizelerinin kendi
sihirlerini etkisiz hale getirdiğini gördüklerinde bunun ancak
"âlemlerin Rabbi"nin işi olabileceğini
anlamışlardı:

"Biz âlemlerin Rabbine, Musa ile Harun'un Rabbine
iman ettik, dediler" (el-A'râf, 7/121.122; Tâhâ, 20/70).

Allah'ın âlemlerin Rabbi olması tabiîdir.
Çünkü O'ndan başka yaratıcı yoktur:

"Size gökten ve yerden rızık veren
Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?"
(el-Fatır, 35/3).

Bu gerçek o kadar açıktır ki, Allah'a
başka şeyleri ortak koşanlara bile,
"yaratıcı kim?" diye sorulacak olursa, cevapları
"Allah" olur:

"Onlara, "Göklerle yeri kim yarattı?'
diye soracak olursan, andolsun ki "Onları gücü herşeyden
üstün (Azîz), herşeyi bilen (Alîm) yarattı'
diyeceklerdir" (ez-Zuhrüf, 9/43).

Bütün yaratıkları gece-gündüz koruyup
gözeten yalnız O'dur.

"De ki: "Gece-gündüz sizi Rahman olan
Allah'a karşı koruyup gözeten kimdir?" (el-Enbiyâ,
21/42).

Kâinatın kanunlarına, varlık
âlemindeki bu düzenin işleyişine O'ndan başka hiçbir
kimse müdâhalede bulunamaz; O'nun irâdesine aykırı hiçbir
şey gerçekleştirilemez:

"De ki: Düşündünüz mü hiç; eğer
Allah üzerinize geceyi tâ kıyâmet gününe kadar aralıksız
sürdürse Allah'tan başka size ışık getirecek bir
başka ilâh var mıdır? Hala işitmeyecek misiniz? De
ki: Düşündünüz mü hiç, eğer Allah gündüzü üzerinizde kıyâmet
gününe kadar aralıksız devam ettirse, içinde dinleneceğiniz
geceyi Allah'tan başka getirecek bir başka ilâh var mıdır?"
(el-Kasas, 28/71-72).

b) Uhrevî Hâkimiyet:

Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı
da Allah'ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur'ân-ı Kerîm,
yüce Allah'ın âhirette tecelli edecek olan mutlak hâkimiyetine
dâir sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ ettiğinden sadece
iki yerdeki işaretlerini kaydetmekle yetineceğiz.

"Kâfir olanlar, kendilerine Kıyâmet gelip
çatıncaya, yahut kısır bir günün azâbı gelinceye
kadar o Kur'ân'dan şüphe içindedirler. O gün mülk Allah'ındır,
onlar arasında O hüküm verir.. " (el-Hacc, 22/55-56).

"O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır.
Onların hiçbir Şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bu gün mülk
(hâkimiyet ve herşeyin mutlak sahipliği) kimindir?' (diye
sorar). Kahhâr ve tek olan Allah'ındır. Bugün herkese kazandığı
ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur, bu gün, Allah
hesabı çarçabuk görendir. " (el-Mü'min, 40/l6-17).

c) Genel Olarak Değer Yargılarında Hâkimiyet:

Bilindiği gibi eşya ve olaylar hakkında
belirli bir takım değerlendirmeler yapmak ve onlara
karşı bu değerlendirmelere göre tavır takınmak,
istemek ya da uzak durmak ve arzulamamak sözkonusudur. Bu her zaman, her
toplum ve kişide görülegelmiştir. Kısacası insan,
hayrı ister ve arzular, şerden ve kötülüktün de uzak kalmaya
çalışır. Bu tavır ise onun sahip olduğu ya da
benimsediği değer yargılarının bir sonucudur.
Kur'ân-ı Kerîm; bir bakıma baştan sona bazı
değer yargıları, bu değer yargılarına
karşı takınılan tavırlar ve bu
tavırların sonuçlarına dâir açıklamaların
yeraldığı ilâhî mesajdır.

Değer yargılarını belirleme ve
koyma yetkisinin mutlak olarak yüce Rabbimize âit olduğunu
vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim:

Haram-helâl kılmak yetkisi yalnız Allâh'ındır:

"De ki: Allah'ın kulları için yarattığı
süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?" (el-A'râf,
7/32).

"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı
hoş ve temiz Şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi
aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez"
(el-Mâide, 5/87).

Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve
Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer
yargıları reddedilmiştir:

"Allah bahîra, Sâibe, Vasîle ve Hâm diye birşey
meşrû kılmamıştır. Fakat kâfirler yalan yere
Allah'a iftirâ etmektedirler" (el-Mâide, 5/103).

Burada sözü geçen "bahîre, sâibe, vâsile ve
hâm" câhiliye döneminde çeşitli niteliklerdeki develere
verilen adlar olup bunlar hakkında çeşitli hükümler
sözkonusu idi. Allah bu tür hayvanlara dâir hüküm ve değer
yargılarının kendisine atfedilmesini reddetmekte ve bunu
kendisine bir iftira olarak değerlendirmektedir.

İslâm'dan önce çeşitli helâl ve haramlara
dâir birtakım değer yargılarından etraflı bir
şekilde sözeden buyruklardan (el-En'âm, 6/136-149) sonra yüce
Allah, Peygamberine bu uydurma değer yargılarını
Allah'a atfeden kimselere şöyle seslenmesini emretmektedir:

"De ki: Allah şunu haram kıldı diye
şâhitlik edecek şâhitlerinizi getirin. Eğer câhillik
ederlerse sen onlarla şâhitlik etme..." (el-Enâm, 6/ 150).

Bundan sonraki âyette de yüce Allah bütün bu
konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir şekilde açıkla
maktadır.

d) Kanunî Hakimîyet:

Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve
benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca
kendisinin olduğunu dile getirmektedir

"Hüküm yalnız Allah'ındır, O
kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur" (Yûsuf, 12/40).

Burada "hüküm" kapsamına kanunî ya da
hukukî, şer'î hâkimiyetin de girdiği şüphesizdir. Diğer
taraftan Allah'ın hâkimiyetini kabul etmek ile yalnızca O'na ibâdet
etmek ve dosdoğru din üzere bulunmak arasındaki ilişki de
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Nitekim başka âyet- kerimelerde Allah'ın
izin vermediği yasamalarda bulunmanın şirk ve bu
şekilde yasama yapanların bu yetkilerini kabul edip
karşı çıkmamanın da onları Allah'a ortak kabul
etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz (eş-Şûrâ,
42/21). Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıklarında,
münâfıklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü'minlerin tavrı
dinleyip itâat etmekten ibarettir. (en-Nûr, 24/48-52). Kitab yani
Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'e insanlar arasında hak ile hükmetsin
diye indirilmiştir (en-Nisâ, 4/105). Allah'a ve Rasûlü'ne iman
etmek iddiası ile birlikte; "Allah'ın
karşısına dikilen, ayaklanan, onun emirlerine zıt yeni
hükümler icad eden her varlık, Allah'tan başka itâat edilmesi
istenen her bir şey kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun,
isterse zorla, tehditle boyun eğdirilsin, her iki halde de itâat
edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasının,
şeytan olmasının,put olmasının yahut da bunlardan
başka herhangi bir şey olmasının önemi yoktur.
(Taberî, Câmiu'l-Beyan, Kahire 1388/1968, III,13). Allah'a iman ile Tâğût'un
hükmüne başvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu
tavırları münâfıklıklarının tescilidir.
Onlar Allah'ın ve Rasûlü'nun hükmüne yanaşmazlar (en-Nisâ,
4/60-61).

Kısacası, anlaşmazlık konuları
Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine havâle edilmedikçe ve bu
hükümleri çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere razı
olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın
varlığından söz edilemez (en-Nisâ, 4/65).

Hz. Peygamber'in hüküm vermek yetkisi ile ulû'l-emr
ile müctehidlerin çıkardıkları Allah'ın hükümleri
çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarının, esasen Allah
tarafından tanınmış ve sınırları tâyin
edilmiş olduğundan bağımsız bir teşrî'
olarak kabul edilemeyeceğini ve Allah ile birlikte ve O'nun hükmüne
eş değerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadıklarını
ayrıca belirtmeye gerek yoktur. Onların bu yetkileri,
sınırları ile birlikte yine Allah tarafından tâyin ve
tesbit edildiğinden, O'nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktır ve
ortaksızdır.

e) Siyasal Hakimiyet:

Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandırmak
ve onun geçerliliğini sağlamak olarak tarif edebileceğimiz
"siyasal hâkimiyet"i elinde bulunduran makama
"hilâfet" denilmektedir.

Şanı yüce Allah ilk insan -ve dolayısıyla
onun soyundan gelecek olanları da- yeryüzünde halife olarak yaratmıştır
(el-Bakara, 2/30; Fatır, 35/39). Halifelik, başkasının
yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir.
Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek
üzere görevlendirilen kişiye denir. İşte bu mânâda
bütün insanlar Allah'ın tâyin ettiği halifelerdir.
Allah'ın hükümlerinin uygulanmasının ise belirli bir
yapılanmayı gerektireceği açıktır.
İşte bu yolla yüce Allah'ın hükümleri yürürlük kazanır
ve siyasal hâkimiyeti uygulama alanı bulur.

3- Hakimiyet Allah'ın Olmayınca:

İlk peygamberden itibaren insanların bir
bakıma Allah'ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edileğeldikleri,
Kur'ân'ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların
zaman zaman birtakım tâğûtların câhilî egemenlikleri
altında yaşadıkları, onların hükümlerine
isteyerek ya da istemeyerek itâat ettikleri de bir gerçektir. Aynı
vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı
karşıya bulunmaktadır. Hâkimiyet Allah'ın
olmayınca, hükümlerde adâlet ve değer yargılarında
isabet olmayacağı yani "sırat-ı mustakîm"
üzere gitmeye imkân bulunmayacağı gibi;
insanlığın şeref ve haysiyetine yakışmayan,
insanı alçaltan bir çok durum da söz konusu olacaktır.
Bunların bazısına âyet-i kerimelerin
ışığında işaret edelim:

a) Hâkimiyet Allah'ın olmayınca, egemenler
ilâhlık ve rablık konumunda, egemenlik altında bulunanlar
ise kulluk konumunda olurlar.

Kur'ân-ı Kerîm hristiyan ve yahudi din adamlarının
Allah'ın dinini değiştirip O'nun hükümlerine aykırı
hüküm koymalarının kabul edilmesini onları "rab
olarak" tanımak şeklinde değerlendirirken (et-Tevbe,
9/31); Hz. Peygamber (s.a.s) de bu durumun, din adamlarının
Allah'ın hükümlerine aykırı olarak helâl ve haram kılmalarının
kabul edilmesi suretiyle ortaya çıktığını
belirtmiştir (Tirmizî, Tefsir (9. sure), 10).

Nitekim Hz. Musa (a.s.) da Firavun'un
İsrailoğullarını egemenliği altında
tutmasını, onları "kul edinmek" olarak
nitelendirmiştir (eş-Şuarâ, 26/22).

b) Allah adına hükmetmeyenler, egemenlikleri altındakileri
çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür;
yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar.

"Firavun gerçekten o arzda azmış,
halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi
güçsüz düşürüyor, oğullarını
boğazlıyor, kızlarını ise sağ
bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı"
(el-Kasas, 28/4).

c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar;
egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları
sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak
şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı
ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi
yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar.

"İşte (Firavun) bu Şekilde kavmini
küçümsedi, (hafife aldı); onlar da ona itâat ettiler, çünkü
onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler" (ez-Zuhrûf,43/54).

d) Allah'ın hâkimiyetini, dolayısıyla
ulûhiyet ve rubûbiyyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek
korkusuyla gerçeklerin anlaşılmaması, ulûhiyyetlerinin
sahteliğinin ortaya çıkmaması için özellikle çaba
harcarlar:

"Firavun; Ey ileri gelenler, sizin için benden başka
bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine
bir ateş yak ve bana bir kule yap ki, Musa'nın
tanrısına çıkayım; bununla birlikte onun mutlaka
yalancı olduğunu da sanıyorum" (el-Kasas, 28/ 38).

4- Allah'ın Hakimiyetini Kabul Etmemek

İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan
insan, kâinatın Allah'ın hükmüne boyun eğmekte
olduğunu da görmektedir. Bu kâinat içerisinde böyle bir yetki
yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer
yaratıklardan ayrı olarak, Allah'ın değer
yargıları ile hukukî ve siyasal alandaki hâkimiyetini kabul
etmekle de yükümlüdür. Allah'ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında
mü'minin tavrı, Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde
belirlenmiştir:

"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği
zaman iman etmiş her bir erkek ve kadına, o işte kendi
istediklerini tercih etmek yetkisi yoktur" (el-Ahzâb,, 33/36).

Mü'minler kendi aralarındaki
anlaşmazlıkları Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne başvurarak
çözüme ulaştırmak yükümlülüğünde oldukları
gibi; onların hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eğmek
zorundadırlar (en-Nisâ, 4/59 ve 65). Allah'ın hükmünü kabul
etmemek, O'nun hükmü ile hükmetmemek ise insanı iman dairesinin
dışına çıkarır; kâfir, zâlim ve fâsık
yapar (el-Mâide, 5/44, 45 ve 47).

M. Beşir ERYARSOY


Konular