Şamil | Kategoriler | Konular

Ebu hanıfe

EBU HANİFE

(80/150 - 700/767)

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla
bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta)
mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında
doğdu. Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir;
onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler
vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları kabilesinin
âzatlısı olup, Hz. Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye
gelerek; orada yerleşti. Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de
ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı. İslâm'ın
hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta
Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan
biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı
rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân
gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî
(20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça,
edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi. Yetiştiği Kûfe
şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin,
itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili
ateşli tartışmaların yapıldığı rey
ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede
yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara
zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû
Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle
anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum.
Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben
de, 'Çarşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o değil, ulemâdan
kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap
verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın
ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum'
dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti
bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inâyetiyle
Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." Kendisinin
de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir
dönüm noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini
ortağı Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına
uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek
olacaktır. O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed
Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970.
43).

Ebû Hanife'nin yaşadığı yer ve çağda
itikâdı fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık
fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının
Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok
kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim
tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartışmak (cedel)
için sık sık Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din dışı
olduğunu görerek fıkh'a yöneldi. "Arkadaşını
tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düşer" diyordu (Hatib
el-Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIII, 333). Kendisi bunu şöyle
anlatır: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konuları bizden
iyi anladılar. Aralarında sert münâkaşa ve mücâdele
olmadı ve onlar fıkıh meclisleri ile halkı fıkha
teşvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu
anlayınca ben de münakâşa, cedel ve kelâmı
bıraktım; selefin yoluna döndüm. Kelâmcıların
selefin yolunda olmadığını; cedelcilerin kalpleri
katı, ruhları kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve
takvâdan uzak kimseler olduklarını gördüm" (İbnü'l
Bezzâzı, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).

Numân, babasıyla onaltı yaşında
hacca gittiğinde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah
İbn Ömer ile tanışarak onlardan hadis dinlediği, rivâyet
edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Ğâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden
sayılır ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliğinde
çağının bütün düşünce akımlarını
izlediği, ihtilâfları çok iyi tesbit ettiği
zikredilmektedir (Şa'rânı, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fıkıhta
karar kılıp selefin yolunu izlemeye başladıktan sonra
geleneğe uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yıl
Irak'ın büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'ın
derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yıllık öğrencilikten
sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmış kadar
fetvasının kırkının Hammâd tarafından
tasvib edildiği ve yirmisinin düzeltildiğini görünce bundan
vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sırada
varolan şu dört fıkhı öğrendi: İstinbat, Hz.
Ömer fıkhı, Abdullah b. Mes'ud fıkhı, Abdullah b. Abbâs
fıkhı. Birincisi şer'i hakikatleri araştırıp
ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü
Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı
Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Şener, II, 132).

Hocası Hammâd b. Ebî Süleyman, İbrahim
en-Nehaî ve Şa'bî gibi iki büyük âlimden fıkıh okudu.
Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fıkhına sahip Kadı
Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'ın fıkhından
faydalandı. Ebû Hanife'nin fıkhında daha ziyâde
İbrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi
fıkhının kaynağı, İbrahim Nehaî'nin
kavilleridir" der (Şah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliğa,
1, 146). Ayrıca Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartışılmaz
bir ilim elde etmiştir. Onun tâcir olarak halkın günlük hayatıyla
iç içe oluşu ve sık sık ilim merkezlerine seyahat edip
birçok âlim ile düşünce alışverişinde
bulunması, bu alanda saygınlığına sebep
olmuştur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle
görüşmüş, ilmî sohbetlerde bulunmuş, onlardan hadis
dinlemiştir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfı, Abdurrahman b.
Hürmüz el-A'rec, İkrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazılarıdır
(Zehebî, Menâkibu'l-İmâm Ebı Hanife ve Sahiheyni Ebı Yûsuf
ve Muhammed b. el-Hasen, Mısır). Kendisi şöyle der:
"Hz. Ömer'in fıkhını, Hz. Ali'nin
fıkhını, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah İbn Abbâs'ın
fıkhını onların ashâbından aldım" (M.
Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti
de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık
kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını
ve talebelerinin ihtiyaçlarının
karşılanmasını, bağımsız bir ilim
meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf'un parasının
bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf'u
murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de
evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Birçokları
ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir malı
satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet
kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç
satıcıyı sömürmezdi. Bir defasında bir kadın,
satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu.
Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden
fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört
yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini
söyleyince kadın, "Benimle eğleniyor musun?"
demişti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de
fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çağrıldı ve
fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın
aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar
anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-ı mesel
haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü
çok, konuşması az, Allah'ın hudûdunu olabildiğince gözeten,
dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan,
sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fıkhı
sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki
biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak
doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi
olmuş, bunların kırk kadarı müctehid mertebesine ulaşmıştır
(el-Kerderî, Menâkıbu'l-İmâm Ebû Hanife, II, 218). Müctehid
öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf (158), Muhammed
b. Hasan es-Şeybânî (189) Dâvûd et-Tâ; (165), Esed b. Amr (190),
Hasan b. Ziyâd (204), Kasım b. Maan (175), Ali b. Mushir (168),
Hibban b. Ali (171)'dir. Ebû Hanife'nin fıkıh okulu,
talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk
için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü
eski filozofların diyalektik akademi derslerini
andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu,
talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü
söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara
ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden
ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri
en yakın müctehid talebeleri tarafından sonradan mezhebin
fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir
istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi.
Ebû Hanife'nin halkın sevgi ve saygısını
kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak
tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka
selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere
bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun
talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve
araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve
mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar
vardır: "Halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş.
İnsanlığında kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir
meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra
o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler de
bulunduğunu zikret. Halka yumuşak davran,
bıkkınlık gösterme, onlardan biriymişsin gibi davran."
Ebû Hanife kimseye "benim görüşüm en doğrudur"
demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha
iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o,
talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını,
çünkü yarın görüşünü değiştirebileceğini
ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde
olmamıştır. Aktif bir şekilde olmasa da döneminin
siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü
Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki
dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini
ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük
muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i
gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara
geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini
görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde
fırsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar
devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi
taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için
kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki
dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı
işkenceye uğramış, hapsedilmiştir (İbnü'l-Esir,
el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). İmam, takvâsı, firâseti, ilmî
dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı
kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi
yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı.
Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini
destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamlığına
zımnen bey'at etmişti. Hz. Ali'nin torunları, kendisi gibi
birer birer isyan edip şehid edilirken İmam Zeyd için Ebû
Hanife şöyle diyordu: "Zeyd'in bu çıkışı
-Hişâm b. Abdülmelik'e isyanı- Rasûlullah'ın Bedir günündeki
çıkışına benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt
imamları ile olan birlikteliği, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine
karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır. 145
yılında Hz. Ali (r.a.)'in torunlarından Muhammed en-Nefsü'z
Zekiye ile kardeşi İbrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve
şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak'ta,
İmam Mâlik Medine'de açıkça iktidarı telkin
etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış,
işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen
halkı ehl-i beyt'e yardıma çağırdığı için
hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda
yetmiş yaşında şehidler gibi öldü. Zehirletildiği
de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-İntika, 170). Bağdat'ta,
Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan
hazır bulundu.

Ölümünden sonra ders halkasını Ebû Yusuf
sürdürdü. Vefâtından sonra fetvâları yazılıp,
doktrini sistemleştirildi. Hanefilik kanun ve asıllarıyla
İslâm dünyasının dört bucağına
yayılmıştır. Mezhebi sistematik hale getiren,
İmam Muhammed eş-Şeybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sağır,
el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu
kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r
Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adıyla mezhebin ana
kaynakları sayılmıştır (Bk. Hanefi mezhebi).
Talebelerinin toparladığı "el-Fıkhu'l Ekber",
kesin olarak İmam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel
kitabıdır (İmam Fahrü'l İslâm Pezdevî, Usûlü'l-Fıkh,
I, 8; İbnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrıca
el-Fıkhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r
Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib,
Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife adlı eserler de imamdan rivâyet
edilmiştir. Bunların yanısıra kaynak ve
araştırmalarda nüshaları bulunamayan başka eserlerden
de söz edilmiştir.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış
ve birtakım tartışmalara katılmış
olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır.
İctihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle
demiştir: "Bu bizim reyimizle vardığımız bir
sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir'
demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan
daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz"
(Zehebî, a.g.e., 21). Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye
ve ikazda bulunmuştur: "Nereden söylediğimizi
(verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip
bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl
olmaz." O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm'ı
kuşatmasının mümkün olmadığını
biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi ictihadı
hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin
asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı
takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve
izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Mezhepleri günümüze kâdar varlığını
sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasında ilk tedvin
edilen mezhep Hanefi mezhebi olmuştur. Irak'ta doğan bu mezhep
hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayıldı. Abbâsiler
döneminde kadıların çoğu Hanefi idi. Selçukluların,
Harzemşahların mezhebi de Hanefilik idi. Osmanlı döneminde
de resmi mezhep Hanefilik olmuştur (İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).

Ebû Hanife yetmiş yıllık ömrünü
fetvâ vermek, ders halkasında talebe yetiştirmek, ilmî
seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, İslâm âleminin
yetiştirdiği büyük müctehidlerden biridir. Elli beş defa
hacca gittiği nakledilir (İzmirli, İ. Hakkı, a.g.e.
127). Bu duruma göre o her sene hac yapmıştır.

İmâm-ı Âzam usûlünü şöyle açıklamıştır:
"Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen baş üstüne; sahâbeden
gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz.
Bunlardan başkalarına ait olan hüküm ve ictihadlara gelince,
biz de onlar gibi ilim adamlarıyız."

"Allah'ın kitabındakini alır kabul
ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'ın güvenilir, âlimlerce mâlum
ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbından
dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrâhim,
Şâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi
ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb,
20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fıkh, II, 161; A. Emin, Duha'l
İslâm, II, 185 vd).

İmam Muhammed de "İlim dört türdür:
Allah'ın kitabında olan ile ona benzeyen, Rasûlullah
(s.a.s.)'in sağlam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar
ile ona benzeyenler, Rasûlullah'ın ashâbının icmâ'ı
ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet İslâm
fukahâsının çoğu tarafından sahih ve güzel olduğu
kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (İbn Abdilber, el-Câmi',
II, 26) demiştir.

Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kısım
tenkidler yapılagelmiştir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayıftır
(İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri
reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih
olan hadis sayısı onyedi veya elli civarındadır
(İbn Haldûn, Mukaddime, 388,) şeklinde özetlenebilir.

Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meşhur
muhaddisler kadar mütehassıs değilse de, "ictihad şûrâsı"nda
bu konuda kendisine yardımcı olan hadis hâfızları
vardır (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). İctihadında,
bizzat üstadlarından öğrendiği dörtbin kadar hadis
kullanmıştır (Mekkî, Menâkıb, II, 96). Bazı
hadisleri Hz. Peygamber'e ait oluşunda şüphe bulunduğu,
başka bir deyişle hadisin sıhhatini tesbit için ileri
sürdüğü şartlara uymadığı için reddetmiştir
(İbn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, değil
sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayıf hadisleri dahi
kıyasa tercih ederek tatbik eylemiştir. (İbn Hazm.
el-İhkâm. 929).

Diğer taraftan, Kıyas yüzünden
Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksızlık etmiştir.
Çünkü sahâbeden beri kıyas tatbik edilmiş ve diğer
imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmışlardır.
Ebû Hanife: 1-Kıyası kâideleştirmiş, 2- Sık
kullanmış, 3- Henüz vuku bulmamış hâdiselere de
tatbik etmiştir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148;
İbnu'l-Kayyım, İlâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M.
Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, 187).

Yine, "İstihsan" metodu başta
Şâfii olmak üzere birçok âlim tarafından ağır bir
şekilde mahkum edilmiş ve bazı kimseler tarafından da
yalnız Ebû Hanife'ye nisbet edilmiştir. Halbuki mesele
mukayeseli bir şekilde incelendiğinde istihsanı
reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânın çok farklı
olduğu görülecektir.

İmam Şâfii'ye göre İstihsan; "Bir
kimsenin keyfine göre bir şeyi beğenmesi, güzel bulmasıdır."
Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini
gözönüne alarak bu işi yapar. Eğer benzerine aldırmadan
bir değer biçerse, tutarsız ve haksız bir iş
yapmış olur. Allah'ın helâl ve haramı ise bundan çok
daha önemlidir. Bir kimse haber veya kıyasa istinad etmeden hüküm
verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). İstihsan ile hükmeden,
Allah'ın emir ve nehiyleriyle bunların benzerlerini
terketmiş, kafasına estiği gibi davranmış olur
(el-Umm, VII, 267-272).

İbn Hazm'da İstihsan, nefsin
arzuladığı, beğendiği şekilde hükmetmektir
(el-İhkâm, 42). "Bu bâtıldır, çünkü delili
yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan
insana değişir" (İbtâlu'l-Kıyas, 5-6)
demiştir.

Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kıyas
gibi mûteber delillerden birine değil de nefsin arzusuna dayanan bir
istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin
istihsanı nasıl anladığına dâir sarih bir ifade
nakledilmemişse de, onun benimsediği hüküm ve ictihad
usûlünün, yukarıda zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadığı
sâbittir. Kaldı ki onun istihsana göre verdiği hükümlere
dayanarak mensuplarının ortaya koyduğu istihsan tarifleri
yukarıdakilerden tamamen ayrıdır (Hayreddin Karaman,
İslâm Hukukunda İctihad, s.137).

İstihsanın iki anlamı vardır:

1- İctihad ve re'yimize
bırakılmış miktarların tayin ve takdirinde
re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava
karşılık kesilecek hayvanın takdirlerinde olduğu
gibi.

2- Kıyası bundan daha kuvvetli bir delil ve
delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayırarak
geniş izah ve misaller veriyor ki bunlardan çıkan neticeye göre
istihsanın ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli başka
bir kıyas sebebiyle kıyası terketmekten ibaret oluyor.

Bu anlamıyla istihsan hem gayr-i mûteber bir
ictihad metodu olmaktan hem de yalnız Ebû Hanife'ye mahsus
bulunmaktan çıkmış oluyor. İmam Şâfii, istihsan
lâfzını birinci mânâda kullanmıştır (el-Mekkî,
Menâkıb, I, 95). İmam Mâlik, "İstihsan ilmin onda
dokuzudur" demiş ve ictihadında buna geniş bir yer
vermiştir (Amidî, el-İhkâm, 242; el-Mekkî, Menâkıb, I,
95 vd.).

İmam Ebû Hanife'nin ictihâdından bazı
örnekler:

1- Ebû Hanife'ye, Evzâı soruyor:

-Namazda rükûa giderken ve doğrulurken niçin
ellerinizi kaldırmıyorsunuz?

-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptığına
dâir sahih bir rivâyet gelmemiştir.

-Haber nasıl sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den,
o babasından, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza başlarken, rükûa
varırken ve doğrulurken ellerini
kaldırdığını" haber verdi.

-Bana da Hammâd, İbrâhim'den, o Alkame ve
el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'ın
yalnız namaza başlarken ellerini
kaldırdığını, bir daha da
kaldırmadığını" haber verdi.

-Ben sana Zührî, Sâlim, babası yoluyla Hz.
Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve İbrâhim
haber verdi diyorsun?

-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, İbrâhim
de Sâlim'den daha fakihtir. İbn Ömer'in sahâbî oluşu
ayrı bir fazîlettir, ancak fıkıhta Alkame ondan geri
değildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardır. Abdullah'a
gelince; o Abdullah'tır!

Bu cevap üzerine Evzâî, susmayı tercih
etmiştir (Karaman, a.g.e., 138-139).

Bu istinbâtında Ebû-Hanife, hadise dayanmış,
fakat üstadları olduğu için râvilerini daha yakından
tanıdığı bir hadisi diğerlerine tercih
etmiştir.

2- Bir kimse diğerine kârı ortak olmak
üzere satması için bir elbise veya aynı şartla yapıp
kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe
akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü
sözkonusu akidde meçhul bir bedel karşılığında
bir adam kiralanmış oluyor. İmam-ı Âzam'a göre bu
bir ortaklık akdi değil isticâr (kira) akdidir ve
şartlarına uygun olmadığı için fâsidtir (Ebû
Yusuf, İhtilâfu Ebî Hanîfe ve İbn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsı,
el-Mebsût, XXII, 35 vd.).

Aynı akid, "müzâraa" akdine
benzetilerek, İbn Ebî Leylâ tarafından câiz görülmüştür.

Bu kıyas ictihâdında iki müctehid, makisûn
aleyhleri farklı olduğu için iki ayrı hükme varmışlardır.

3- Keza bir kimse, diğerine mahsulün yarısı,
üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmalığını
teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre
bu akidler bâtıldır. Çünkü arazinin sahibi adamı meçhul
bir ücret karşılığında
kiralamıştır. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre İmam
şöyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir şey çıkmazsa
bu adam boşa çalışmış olmayacak mı?"
Ebû Yusuf ve İbn Ebî Leylâ ise sahâbe görüşlerine
dayanarak ve mudârabe akdine kıyas ederek bu işlemi câiz
görmüşlerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 41-42).

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farklı din sâliki
gayr-i müslimlerin birinin diğerine şâhid veya vâris olması,
Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir
millet gibidir". Halbuki İbn Ebî Leylâ, onların iki
ayrı din sâliki iki ayrı millet olduklarını kabul
ederek birinin diğerine şâhit ve vâris olmasını câiz
görmemiştir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).

İmam-ı Azam'ın fıkıh
tedvinindeki öncülüğü

İslâm ilimlerinde fıkhın
konularının düzenli olarak belirlenmesiyle bunların kitap,
bâb, fasıllara ayrılarak yazılması İslâm
hukukunda çok önemli bir dönüm noktasıdır. İmam
Muhammed eş-Şeybânî'nin telifiyle ortaya çıkan bu düzenli
metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayatı ince
ayrıntılarıyla içine alan beşyüzbin meseleyi hükme
bağlamıştır. Bunlar yazılı küllî fıkıh
kâideleri olarak İslâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynakları
olmuş, yüzyıllarca şerhleri
yapılmıştır. Çağdaşlarının Ebû
Hanife'yi aşırı rey taraftarlığı ile suçlamaları
bile daha sonraları onun görüşlerinin başka kavramlar
adı altında kabulünü engellememiştir. Ebû Hanife'nin bir
diğer özelliği, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarısını
bütün meseleleri yeni baştan edille-i şer'iyye
kaynaklarından çıkarmasıdır. İslâm'ın
esaslarına uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabın
görüşünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüşünü
almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife,
hilâfet 132 yılında Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan
Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (179) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri
gelen imamlarla görüştü; hacca gelen çeşitli merkezlerin
âlimleriyle irtibat kurdu, 136 yılında Abbâsi yöneticisi Ebû
Câfer el-Mansur'un başa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da
tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahşerî, el-Keşşâf,
11, 232). Çağdaşı İmam Câfer el-Sâdık ile mütâbakatı
vardır. İki yıl onun meclisinde bulunmuş ve, "bu
ikiyıl olmasa Numân helâk olurdu" demiştir. Hicrî 150 yılında
vefât ettiğinde yakınlarına, "Halifenin
gasbettiği hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmiştir.

İmâm-ı Azam bazı rivâyetlere göre işkence
edilirken, zehirlenerek öldürülmüştür. Dâvûd b.
el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona başkadı
olması teklifi yapılır, o her defasında reddeder, böylece
sonunda yemeğine zehir katılarak şehid edilir. İbn
el-Bezzâzı de Ebû Hanife'nin hapisten çıkıp evine döndüğünü,
ancak devletin onu halkla temastan engellediğini ve evinde gözetim
altında tutulduğunu zikreder (el-Bezzâzı, Menâkıbu'l-İmâmi'l-A'zam,
II, 15). Ebû Hanife'nin cenaze namazında ellibin kişi
bulunmuş, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katıldığı
söylenmiştir.

Çağdaşları içinde değişik
okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, İbn Cüreyh,
Câ'fer-i Sadık, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan İmâm-ı
Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen
şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû
Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla
değiştiren sen misin?" diye sormuş; Ebû Hanife,
"Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana
lâyık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed
(s.a.s.)'e hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa
aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen
bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu;
kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın
mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis
olduğunu söyler misin? " diye sormuş. İmam Bâkır
da kadının mirasta iki hissesi olduğunu; erkekten
zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın
meniden pis olduğunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kıyas
yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan
iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan
sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla
dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a
sığınırım" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da
Fıkhı Mezhepler Târihi, II, 66-67).

Ebû Hanife, meseleleri olmuş gibi farzederek takdîrî
fıkıh hükümleri ortaya koymuş, örfü ve istihsanı
sık sık kullanmış, ticârî akidlerdeki ictihadlarında
ilk defa ortaya hükümler çıkarmıştır. Onun en
önemli özelliklerinden birisi, şahsı hak ve hürriyetleri
savunmasıdır. Âkil bir insanın şahsı
tasarruflarına hiç kimsenin müdâhale edemeyeceğini savunarak
fıkıhta büyük bir reform yapmıştır. Âkile ve
bâliğe bir kızın/kadının evlenme hususunda velâyetinin
kendisine ait olduğunu savunurken babası dahi olsa, hiç
kimsenin şahsı velâyet hakkına müdâhalede bulunamayacağını
söylemiştir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini
reddeder. Çoğu görüşlerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüşünü
yalnız başına cumhura karşı -hatta Ebû Yusuf da
ona muhâlefet eder-durmaktadır. Ona göre velâyet, hürriyeti kısıtlar
ve zedeler. Genç erkeğin nasıl hür velâyeti varsa, genç kızın
da olması gerekir. Maslahat dışında bu mutlâka
şarttır. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine
bağlamış, insanın mülkündeki tasarruf hürriyetini
sonuna kadar savunmuş ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu
kayıt altına almasının karşısında yer
almıştır. İnsanın kendi mülkî tasarrufu eğer
başkasına zarar verici olursa, o zaman bu meselede şuurlu
bir dinî vicdana başvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme
müdâhalesi daha fazla düşmanlık ve çekişme, dinî
duyguların zayıflamasına, hattâ fitne ve zulme yol açar.
İnsanın dinî duygusu zayıfladıktan sonra bunu hiçbir
şey telâfi edemez, kalp katılaşır, dinden
uzaklaşılır, buğzetme ve düşmanlık
yaygınlaşır, tecâvüz ve çekişmeler artar, iyilikler
kaybolur, kötülükler ortaya çıkar. İşte kısaca, Ebû
Hanîfe yöneticilerin zorbalığına karşı
kişisel özgürlükleri savunurken, aynı zamanda dinin sivil
gelişim tarzını da ilk defa böyle sistemli bir fıkıhla
ortaya koymuştur.

Ebû Hanife'nin bir başka önemli görüşü,
Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanın fâiz almasını
câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada İslâmî hükümler
tatbik edilmediğinden, müslümanın düşman
rızasıyla onların mallarını alması câizdir.
Evzâî bu konuda karşı çıkarak, fâizin her yerde her
zaman haram olduğunu söylemiş, kâfirlerin mal ve canlarının
müslümanlar için haram olduğunu istihrac etmiştir. Ebû Yusuf
ile İmam Şâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüşüne
katılmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak
şeyleri mübah kılması ilkesidir. Zarûret bulununca özel
ve istisnâî hallere gerek vardır. Bu bakımdan o bir çok
meselede kolaylık getirmiştir. Onun Dârü'l-İslâm'ın
Darü'l-Harb'e dönüşmesi için getirdiği şartlar da
Cumhurun görüşünden farklıdır. O, düşman
istilası ile birlikte ayrıca Dârü'l-Harb'in şirk ahkâmını
uygulaması, başka bir Dârü'l-Harb'e bitişik olması,
o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zımmî kalmış
olması halinde oranın Dârü'l-Harb olmadığını
söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ise, sadece
orada küfür ahkâmının uygulanmasını yeterli görmüşlerdir
(Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).

Vakıf konusunda da Ebû Hanife, mâlikin
mülkünde hiçbir kayıtla mukayyed olmadığını
savunurken, mâlikin kendisinin yaptığı vakıfta ne
kendisi ne mirasçıları hakkında lâzım bir vâkıf
olmamakta, vakıf âriyet hükmünde olmaktadır. Yani vâkıf,
âriyetin câiz olduğu kadar câizdir. Rakabesi vâkfın mülkü
hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasılatı vâkıf
cihetine sarfolunur. Vâkıf, sağlığında vâkıftan
dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, İbn
Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermiştir. O
şöyle demiştir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras
hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'ı şöyle derken işittim:
"Allah'ın ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçılar
mirastan mahrum edilemezler, buyurmuştur. Yine Hz. Ömer demiştir
ki: "Eğer bu vâkfımı Hz. Peygamber'e
anmamış olsaydım, ondan dönerdim." Üçüncü delili,
malı vâkıf ile hapsedip tasarruftan alıkoymanın
fıkıh kâidelerine karşı gelmek şeklindeki
aklı delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete bağlıdır,
hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir şer'î nass
bulunmadıkça bâtıl olmaktadır. Birşey bir kimsenin mülküne
girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çıkmaz.

>>>>>


Konular