Şamil | Kategoriler | Konular

Dar'ül-eman

DÂR'ÜL-EMÂN

İslâm ordusu tarafından fetholunup, içinde
ehl-i zimmet ikamet ettirilen belde. Dârü'l-Emân İslâm
hükümetinin himayet ve hâkimiyeti altında bulunacağından
dârü'l-İslâm*'a mülhaktır. (Ö. N. Bilmen, Hukük-ı
İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhıyye Kamusu III,
334).

Dâr*, Arapça bir kelime olup, ev, mesken, yurt ve
vatan gibi anlamlara gelmektedir. "eman"* sözcüğü de,
"emniyet, güven, korkusuzluk, her türlü endişeden uzak olma
manalarını taşır. Karşıtı "havf"
yani korkudur. Korkusuz, endişeden uzak, hayatı, malı ve
namusu güven altında olan kimseye "emîn" denilir. Bununla
birlikte; güvenilir, hıyanetten uzak ve başkasının
ona itimat ettiği kimseye de "emîn" denir. "Emanet"
emân ile aynı köktendir. Peygamberlerin sıfatlarından
biri olan emanet, her bakımdan güvenilir olma özelliğidir.
Ayrıca korunmak üzere emîn bir kimseye bırakılan nesneye
de isim olmuştur. Dârü'l-emân, taarruzdan korunmuş, her türlü
tecâvüzden emîn, kişinin kendini güven içinde hissettiği
mesken ve sığınılacak yerdir. Dârü'l-İslâm'a
müsaade ile girmek isteyip kendisine izin verilen şahıslara
"müste'men" veya "müste'min" denir. İzin
istemek (emân dilemek) yahut emâna nail olmak manalarına gelen
"isti'mân" kelimesi de emân ile aynı kökten türemiştir.

İslâm dini, kendisine müntesib olan fertlerin
Rablerine karşı görev ve sorumluluklarını tebliğ
ettiği gibi, hem birbirlerine karşı hem de gayr-i müslimlere
karşı nasıl davranmaları gerektiğini
belirlemiştir. İşte dârü'l-emân, müslümanlarla gayr-i
müslimler arasındaki ilişkilerin bir bölümünü konu edinen
kavramın adıdır.

Vaktiyle canilerle borçlular, müstehak oldukları
cezalardan kurtulmak için mabedlere, ilâhların heykellerine
mezarlara ve mihraplara sığınırlardı. Buna
işaretle Montesqieu, "Ulûhiyyet, bedbahtların
sığınağıdır ve cinayet erbabından daha
bedbaht kimse yoktur" demektedir. Papazlar da bundan istifade
etmişlerdir. Bir düşmanın intikamından kurtulmak
isteyenler ya kiliselerden birine yahut bir piskoposun evine
sığınırlardı. Bûralara sığınanları
kimse almazdı. Çünkü aforoz cezasına uğrardı. Kur'ân-ı
Kerim, Kâbe'yi kastederek; "Orada apaçık âyetler vardır.
İbrahim'in makamı vardır, kim oraya girerse emân (güvenlik)
içinde olur..." (Âli İmrân, 3/97) buyurmakla burayı emîn
bir belde, her türlü kanın dökülmesinin haram olduğu bir
sığınak olarak ilân etmiştir. Bu yüzdendir ki, Kâbe
harîmine sığınan suçlular yakalanıp
yargılanmazlar, idam edilmezler, kendi hallerine
bırakılırlardı. Müslümanlar da, kendi devletlerini
kurmadan önce, Mekke döneminde hicret ettikleri Habeşistan ve
Medine, kendileri için birer emân yeri idi.

Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan düşman
fertlerinden herhangi biri emân istediğinde bu dileği kabûl
edilirdi. Bu emânla İslâm diyarında güvenliği
sağlanmış olur, kendisine hiçbir şekilde tecâvüz
edilemez, düşmanca davranılmazdı. Cenâb-ı Allah;
"Şayet müşriklerden biri senden himaye isterse,
Allah'ın sözünü işitinceye kadar ona emân ver, sonra onu
güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar
cahil bir kavimdir" (et-Tevbe, 9/6) buyurmuştur.

Bir "harbî* "ye, çeşitli işaret
ve ifadelerle emân verilebilir. Meselâ bir kimseye "sana emân
verdim", "size bir zarar yoktur" gibi bir tabirle verilen
emâna "sarîh emân"; yazı ile yani bir emân belgesi
göndererek ehl-i harbe verilen emâna, "emân bi'l-mukâtebe"
denir. Şu da var ki, emân belgesini gönderen kimsenin, müslüman,
emin ve bunun için gerekli tüm şartları
taşıdığının bilinmesi gerekir. Bu da, ancak
beyyine (delil) ile bilinmedikçe gerçekleşmiş olmaz. Müslüman,
erkek ve kadın, hür ve köleler emân verebilir. Çocuk ve deliler dışında
herkes emân verebilir. Hz. Ali (r.a.) Rasûlullah'ın şöyle
dediğini rivayet eder: "Müslümanların zimmeti birdir ve
onların sosyal mevki yönünden en düşüğü dahi buna
yetkilidir. Onlar, kendilerinden başkasına karşı
elbirliktirler" (Buhârî, Ferâiz, 21; Cizye, 10; Müslim, Itk, 20;
Ebû Dâvûd, Menâsik, 95).

Ayrıca Buhârî, Ebû Dâvud ve Tirmizî, Ebû
Tâlib kızı Ümm-ü Hânî'den onun şöyle dediğini
haber verirler:

"Ey Allah'ın Rasülü, annemin oğlu Ali,
emân verdiğim bir adamı İbn Hübeyre'yi öldüreceğini
söylüyor." dedim. Peygamber (s.a.s.) "Senin emân verdiğine
biz de emân verdik yâ Ümm-ü Hânî"dedi (es-Seyyid Sabık,
Fıkhu's-Sünne, II, 694-695).

Öte yandan, ehl-i harpten bir ülkenin halkı,
kendilerine İslâm ahkâmı tatbik edilmemek şartıyla müslümanlarla
andlaşma yaptıkları zaman, bu sulh* ile can ve mal
emniyetine sahip olurlar ve ayrıca bir emân almadan Dârü'l-İslâm'a
girebilirler. Bunların ülkesine İslâm hukûkunda
dârü'l-muvâdiîn denildiği gibi, darül-emân da denilmektedir. Bu
hususta tariflerde ihtilâf görülmektedir. Böyle bir yer için, orada
meskûn gayr-ı müslimlerin İslâm devletinin himâyesinde
bulundukları manasına Dârü'l-Emân tabiri kullanılabilirse
de, es-Serahsî ve İmam Şâfiî'nin ifadelerinden, kendileriyle
sulh andlaşması yapılmış olmak suretiyle
halkı emân içinde olduğundan dolayı dârü'l-emân
denildiği anlaşılmaktadır. (Ahmed Özel, İslâm
Hukukunda Ülke Kavram, 1984, 140-141). (Ayrıca bk. Dârü'l-İslâm,
Dârü'l-Harp, Dârü'l Ahd, Emân).

Halid ERBOĞA


Konular