Şamil | Kategoriler | Konular

Cum'a suresı

CUM'A SÛRESİ

Kur'an'ın altmış ikinci suresidir. Medîne'de
nazil olmuştur. On bir âyet, yüzseksen ketime, yediyüz harften
ibarettir. Fâsılası "mîm" ve "nûn"
harfleridir. Sure, adını dokuzuncu ayetinden
almıştır.

Saff suresinden sonra nazil olmuştur. Aynı
surenin ele aldığı konulara temas etmekle beraber, çok değişik
konulara da değinmekte; başka bir üslûp kullanmakta ve yepyeni
bir tesir meydana getirmektedir.

Sureyi üç ana bölümde incelemek mümkündür:

Birinci bölüm; kâinatta bulunan her şeyin
durmadan Allahu tesbih ettiği gerçeğini ifade ederek ve Allah
Teâlâ'yı, surenin konusuyla derin alâkası bulunan
sıfatlarla niteleyerek başlıyor:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi; Melik, Kuddûs,
Azîz, Hakîm olan Allah'ı tesbih eder. " (1)

Burada; "Melik" sıfatından sözedilmekle,
Allah'ın, her şeyin mâliki olduğu, O'nun mülkünün dışında
hiç bir şeyin olamıyacağı vurgulanmakta; aynı
zamanda yahudilerin, yalnızca kendilerinin Allah katında makbul
insanlar olduğu yolundaki iddiaları reddedilmektedir.

Rasûlullah (s.a.s.), cuma günü hutbe okurken, bazı
müslümanların Allah'ı anmayı bırakarak ticaret
kervanını karşılamaya gitmeleri, "Kuddûs" sıfatı
zikredilerek kınanmakta; "Azîz" sıfatı
zikredilmekle de hiçbir kimsenin O'nu mağlup edemiyeceği
hatırlatılmaktadır. "Hakîm" sıfatı ise,
ümmîler arasından kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan,
onları temizleyen kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber
gönderilmesi münasebeti ile zikredilmektedir.

"O'dur ümmîler arasından kendilerine
âyetlerini okuyan, onları temizleyen ve onlara kitabı ve
hikmeti öğreten bir peygamber gönderen. Halbuki onlar daha
önceleri gerçekten apaçık bir sapıklık içindeydiler.Onlardan
başkalarına da ki, henüz onlara katılmamışlardır.
Ve O, Azîz'dir, Hakîm'dir. " (2, 3)

Müslümanların Medine'ye hicretlerinden sonra
karşılaştıkları problemlerden biri de yahudiler
idi. Yahudiler, kendilerinin Allah'ın seçkin kulları
olduklarını, olsa olsa peygamberliğin yahudilerden birine
verilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ayrıca Arapları
küçümsüyor, onları okuma yazma bilmez cahiller (ümmîler) olarak
tavsif ediyorlardı. Nitekim aynı şeyleri hakaret
maksadıyla Hz. Peygamber için de söylüyorlardı.

Sure, yahudilerin bu tür itirazlarna cevap vermeyi
hedef edinmiştir. Aslında peygamber hangi kavimden çıkarsa
çıksın, din düşmanları onu ve ondan dolayı
aralarından çıktığı kavmi karalayacaklardı.

Yahudiler son peygamberin aralarından çıkmasını
ve bütün ayrılıkları gidererek kendilerini
birleştirmesini, zilletten sonra yükseltmesini bekliyorlardı.
Bunun için de Araplar'a galip geleceklerini iddia ediyorlardı. Ama
Allah'ın hikmeti, bu son peygamberin, yahudilerin
dışında, ümmî bir kavim olan Araplar'dan gelmesini
gerekli kıldı. Çünkü, surenin ikinci bölûmünde geleceği
gibi Allah; yahudi ırkının özelliğini
kaybettiğini ve beşeriyeti yönetecek kabiliyetini yitirdiğini,
artık bu kutsal emaneti taşıyamayacak hale geldiğini
ezelî ilmiyle biliyordu. Sıra bu davayı üstlenebilecek başka
bir kavme gelmişti. Yahudilerin ümmî' diyerek küçümsedikleri bu
milletin "ümmî" bir ferdi, risalet görevini üstlenecekti.
Nitekim bu mübarek zatın atası İbrahim (a.s.) de aynı
bölgede, Kâbe çevresinde ilâhî daveti, oğlu İsmail (a.s.)
ile birlikte yapmış ve:

"Rabbimiz! Yaptığımızı
kabul buyur. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlar kıl!
Soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet
yollarımızı göster; tövbemizi kabul buyur. Çünkü
tövbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak sensin." (el-Bakara,
2/127,128)

"Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin
âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her
kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu Azîz ve
Hakîm olan ancak Sensin. " (el-Bakara, 2/129).

Burada sûredeki, İbrahim Peygamber'in sözlerini
hikaye ederek belirttiği: "İçlerinden onlara Senin
âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her
kötülükten arıtan bir Peygamber gönder. " ifadeleriyle,
ilâhî takdir ve tedbir uyarınca, bu davet de yeryüzünde gerçekleşme
imkânı bulmuştur.

Allah'ın; bu apaçık gerçekleri ihtivâ eden
kitaba ehil olmak üzere "ümmî"leri seçmesinde; aralarından
bir peygamberi göndermesinde ve böylece o peygamberin kendilerini "ümmî''likten
çıkarıp Allah'ın âyetlerini okur ve yazar hale
getirmesinde; durumlarını değiştirip bütün
yeryüzünde ayrı bir hüviyete sahip kılmasında insanlara
lütfu ve ihsanı açıktır.

"Onları temizleyen... " Gerçekten
peygamberin yaptığı şey, tam anlamıyla
onları temizlemekti. Onları şirkten çıkarıp tevhîde;
batıl düşüncelerden sıyırıp sağlam bir
akideye; faizin ve haram kazancın pisliğinden
arındırıp helâl kazanca eriştiriyordu. "Kitabı
ve hikmeti... " öğretmekle onları "ehl-i kitab"
yapıyor; böylece onlar güzel ölçülere sahip oluyorlar, yaptıkları
şeylerde en doğru işi yapıyor, en doğru hükmü
veriyorlardı.

"Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir
sapıklık içerisindeydiler. " Putlara tapar, ölü eti yer,
her türlü hayasızlığı yaparlardı. Güçlü olan
zayıfı ezer, hak hukuk gözetmezlerdi. Bu cahilî yaşantılarına
rağmen, yüce Allah, bu davanın en güvenilir taşıyıcılarının
onlar olacağını biliyor ve aralarından "ümmî"
bir peygambere bu akîdenin tebliği görevini veriyordu.

"Onlardan başkalarına da ki, henüz
onlara katılmamışlardır. Ve O, Azîz'dir Hakîm'dir.
" (3).

"Bu, Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine
verir. Ve Allah büyük lütuf sahibidir " (4)

Rasûlullah (s.a.s.)'ın bu kutsal görevi, yalnız
kendi çağı ve kendi çevresi içinde sıkışıp
kalmaz. O'nun çağrısı evrenseldir; zaman
bakımından da kıyamete kadar sürecektir. Ve kendisinin
vefatından asırlar sonra da nice insanlar O'nun bu Çağrısıyla
temizleneceklerdir. Şüphesiz bu, Allah'ın bir lûtfudur.

Allahu Teâlâ, Medine'deki İslâm cemâatına
ve onlara bağlı olarak daha sonra yetişecek müslümanlara
bu lütfu hatırlatmakta, bu emanete seçilişlerindeki
ihsanı bildirmekte, kendilerine kitabı okuyan, onları
temizleyen bir peygamberin gönderilişindeki nimeti bildirmektedir.

Surenin ikinci bölümü, yahudilerin Allah emanetini
taşımak hususundaki vazifelerinin son bulduğunu; çünkü
bu emaneti ancak canlı, uyanık, şuurlu ve her şeyi ile
kendini ona adayan kalblerin taşıyabileceğini ifade eden
âyetle başlıyor:

"Kendilerine Tevrat yükletildiği halde onun
gereğini yapmayanların durumu, koca koca kitaplar
taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın
âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür. Ve
Allah, zalimler güruhunu doğru yola eriştirmez. " (5).

Tevrat'ı yüklenip de gereğini yapmayanlar
aynen akîde emanetini omuzlayıp sonra da onu yerine getirmeyenlere
benzer. Bugün müslüman adını taşıyan fakat müslümanların
yapması gerekeni yapmayan bir çok kimse aynı durumdadır.

"De ki; Ey yahudiler! Bütün insanları bir
yana bırakarak yalnız kendinizin mi Allah'ın dostları
olduğunuzu iddia ediyorsunuz? Bunda samimi iseniz, ölümü temenni
ediniz. " (6).

"Yaptıklarından dolayı ölümü
katiyyen temenni edemezler. Ve Allah, zalimleri çok iyi bilendir. "
(7).

"De ki; Gerçekten sizin kaçıp
durduğunuz ölüme mutlaka yakalanacaksınız. Sonra da görüleni
ve görülmeyeni bilen Allah â döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı
haber verecektir. " (8).

Allah'ın dostları olduklarını iddia
etmelerine rağmen, bu meydan okuma karşısında sessiz
kalmayı tercih edecekler. Çünkü Peygamber'in ve getirdiklerinin doğruluğunu
bilmektedirler. Dua edecek olsalar, akibetlerinin Cehennem
olacağından çekinmektedirler. (Ahmed b. Hanbel, I, 248).

Yahudiler hakkında bu söylenenler, hiç şüphesiz
onların durumuna düşen Müslümanlar için de geçerlidir. Bu
sebeple surenin sonlarına doğru hitap Müslümanlar'a
yönlendiriliyor ve Cum'a namazına çağırıldıklarında
namaza koşmaları, o sırada alış-verişi
terketmeleri, ancak namaz bittikten sonra tekrar ticarete dönmeleri
isteniyor. Çünkü yahudilerin haktan uzaklaşmalarında en büyük
âmil, maddî menfaatlerini her şeyin üstünde tutmalarıdır.
O halde Müslümanlar bu noktada dikkat etmeli ve yahudilerin düştüğü
akibete düşmemeli; Allah'ın emirleriyle maddî kazançları
karşı karşıya geldiğinde, Allah'ın
emirlerini yerine getirmeyi öne almalıdırlar.

İşte surenin üçüncü ve son bölümü de
cum'a günü ve namazı ile ilgilidir:

"Ey iman edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınızda
hemen Allah'ı zikre koşun ve alışverişi
bırakın. Bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
" (9)

Burada, müslümanlara, Cuma ezanını duyar
duymaz her türlü çalışmayı ve alış verişi
bırakmaları emredilmektedir." Bilirseniz bu sizin için
daha hayırlıdır." denilmekle, Müslümanlar'ı,
cazip olan alış veriş meşgalesinden daha kârlı
olan Allah zikrine teşvik etmekte; böylece onları terbiye ve
disipline etmektedir.

"Namaz bitince yeryüzüne dağılın.
Ve Allah'ın fazlından isteyin. Ve Allah'ı çok zikredin
ki,felaha eresiniz. " (10)

Bu âyet de, İslâm dininin tek tarafa ağırlık
verip dengeyi bozmadığı, aksine muvazeneyi her iki dünya
için dengelemeyi amaçladığını ispat etmektedir. Gerçi
insan geçim peşinde koşarken de Allah'ı anabilir, hatta geçim
için yaptığı faaliyeti ibadet haline getirebilir. Bununla
beraber tam anlamıyla samimi bir zikir, mükemmel bir feragat ister.
Bu da, kısa bir müddet de olsa, dünya meşgalesini zihinden
atmakla olur.

"Onlar bir ticaret veya bir oyun ve eğlence gördükleri
zaman seni ayakta bırakarak oraya yöneldiler. De ki; Allah'ın
katında olan, oyun ve eğlenceden de ticaretten de daha
hayırlıdır. Ve Allah, rızık verenlerin en
hayırlısıdır. " (11)

Cabir (r.a.) der ki: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile
namazımızı kılarken birden yiyecek mal
taşıyan bir kervan çıkageldi. Herkes ona koştu.
Peygamberin yanında, aralarında Hz. Ebu Bekir ve Ömer (r.a.)'in
bulunduğu oniki kişiden başka kimse kalmadı. Bunun
üzerine yukardaki âyet nazil oldu." (Buhari, Tefsîr
Sûretü'l-Cum'a; Müslim, Tefsîr)

Âyet-i Kerîme bize; Rasûlullah (s.a.s.)'ın
işinin ne kadar zor olduğunu ve ashabın hangi terbiye
aşamasında bulunduklarını beyan etmekte,
dolayısıyla Allah yolunda çaba harcayanların, çalıştıkları
kimselerde bu tür eksiklikleri gördükleri zaman, bunları
nasıl gidereceklerini öğretmektedir.

Halid ERBOĞA


Konular