Şamil | Kategoriler | Konular

Cum'a namazı

CUM'A NAMAZI

Cum'a günü öğlen namazı vakti içinde bir
hutbeden sonra cemaatle ve cehren kılınan iki rekat farz-ı
ayn namaz.

Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya
gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir. Sözlükte cumua ve
cumea şeklinde de okunur. Bir terim olarak perşembe günü ile
cumartesi arasındaki günün adı olduğu gibi, aynı gün
öğle vaktinde kılınan iki rekat farz namazın da
adıdır. Cum'a gününe, müslümanların ibadet için
mescidde toplanmaları sebebiyle bu isim verilmiştir (Zebidî,
Tâcu'l-Arüs, V, 306; Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 97,
98).

Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler
şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube"
denirdi (Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99). Süheylî'ye göre bu isim
süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir. Cum'a'dan
sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar",
"ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar:
çarşamba", "mûnes: perşembe" idi. Araplar'da günlerin
bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda
şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren,
bir rivayete göre Hz. Peygamber'in (s.a.s.) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir.
İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a
namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan müslümanlar
tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir:
"Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil
olmadan önce Medineliler cum'a namazı
kılmışlardı." Ensâr: "Yahudilerin bir
günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar,
hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o
günde Allah'ı zikredelim; şükredelim." dediler. Bunun
üzerine: "sebt: cumartesi günü yahudilerin, ahad: pazar günü
hristiyanların, o halde bunu arube: günü yapalım."
demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında
toplandılar, Es'ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekat namaz kıldırdı
ve vaaz etti. Toplandıkları ana "cum'a"
adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk
ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da cum'a ayeti nazil oldu
(Cum'a Suresi, 62/9)

İbn Hazm da: "Cum'a ismi, İslâmî olup,
İslâm'dan evvelki günlerde kullanılmazdı. Câhiliyye
devrinde o güne arube denilirdi. İslâm döneminde o gün namaz
için toplanıldığından "cum'a" ismi
verilmiştir." der. İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den
yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.)
Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye
sorunca o da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." der. Bunun
üzerine Efendimiz (s.a.s.) "Senin atan Âdem (a.s.)'in yaratılışı
işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir
araya getirildi." buyurmuştur. Ebu Hüreyre'den rivayet edilen
başka bir hadiste de: "Üzerine güneş doğan günlerin
en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı,
o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı.
Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır." buyurulmuştur.
(Müslim, Cumua, 5) Diğer bir rivayette de, yukardaki sözlere
ilâveten şu cümleler yer almıştır: "..O gün
tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyamet de o gün
kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahluk yoktur ki,
Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar
-kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir
de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir müslüman kul
tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez
ki, onu Allah O'na vermesin. "

İbn Hacer'e göre Cum'a Mekke'de farz olmuştur.
Fakat müslümanların azlığı ve açıktan namaz
kılacak derecede güçlü olmamaları nedeniyle Mekke'de Cum'a
kılmak mümkün olmamıştır. Ancak şartlar
tahakkuk etmeden Cum'anın farz kılınması garip görünmektedir.
Bu nedenle diğer âlimler, Mekke'de Cum'a için sadece izin verilmiş
olabileceği kanaatindedirler. İbn Abbas'ın şu rivayeti
de bu görüşü desteklemektedir: "Rasûlullah (s.a.s.), hicret
etmeden önce Cum'a namazının kılınması için
izin verilmiştir. Fakat Mekke'de Cum'a kıldırmaya gücü
olmadı. Onun için, daha önce Medine'deki müslümanlara İslâm'ı
öğretmek için gönderilmiş olan Mus'ab İbn Umeyr'e mektup
yazarak: "Yahudilerin açıktan Zebur okudukları güne bak,
siz de kadınlarınızı ve
oğullarınızı toplayın da zeval vaktinden sonra
Allah'a iki rekat (namaz) ile takarrub edin." Bu emir üzerine Mus'ab,
Medine'de ilk Cum'a kıldıran kişi olmuştur. Bu görevi
Peygamber Medine'ye gelinceye kadar sürdürmüştür." (Suyütî,
ed-Dürru'l-Mensûr, VI, 218, Dâre Kutnî'den naklen: İbn Sa'd,
Tabakat, III, 118). Mus'ab (r.a.)'ın Cum'a namazı
kıldırdığı ilk cemaatin sayısı, oniki
idi.

İbn Hacer'in Cum'a namazının Mekke'de
farz kılındığı halde, orada
kılınmayışını sayı
azlığına bağlanmasının geçerli olabilmesi
ihtimali uzaktır. Çünkü Cum'a namazının
kılınabilmesi için kırk kişinin
varlığı gerekecek olsa bile, bu sayıda müslüman o
tarihlerde bir araya rahatlıkla gelebilirdi. Ancak Cum'a
namazının açık kılınması gereği ve Rasûlullah
ile müslümanların o sıralarda gizlenmiş bulunmaları
nedeniyle kılamamış olmaları düşünülebilir.
Kanaatimize göre bu, sıradan bir izin olarak da
değerlendirilemez. Çünkü Yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün
izinleri bile emir gibi uyulması gerekli hükümlerdir. Özellikle bu
konu ibadetlerle ilgili olursa emir durumu daha güçlüdür. Bu konuda
cihada izin veren (el-Hacc, 22/39) ayetini gözönünde bulundurabiliriz.

Diğer taraftan Cum'a namazının
farziyetini bildiren ayet (Cumâ, 62/9-11) bilindiği gibi Medine'de
ve Hicret'ten sonraki yıllarda nazil olmuştur. Bu durum ise
bizlere abdestin farziyeti ile ilgili ayetin nüzulünü hatırlatmaktadır.
Namaz için abdest almak bilindiği gibi peygamberliğin ilk dönemlerinde
farz kılındığı halde, ilgili âyet daha sonraları
Medine'de nazil olmuştur. Demek oluyor ki bazı hükümler teşrî
edilirken, ilgili olan âyet, daha sonra inmiş olabilir. Bu, hükmü
pekiştirmek için olabildiği gibi, nüzül için gerektirici bir
münasebete kadar bekletilmesi ve böylece daha etkileyici bir hal alması
hikmetine de dayalı olabilir.

Cum'a'yı ilk kıldıranların Es'ad
İbn Zürâre ile Mus'ab İbn Umeyr oldukları hakkındaki
rivâyetlerin arasını birleştirmek gerekirse;
Mus'ab'ın, Medine'nin merkezinde ve Peygamber'in (s.a.s.) emri
üzerine Cum'a namazı kıldırdığı;
Es'ad'ın ise Medine yakınında bir yerde ve Peygamber'in (s.a.s.)
emri gelmeden kıldırdığı söylenebilir. Hz.
Peygamber (s.a.s.)'in kıldırdığı ilk Cum'a
namazı, Ranuna' denilen yerde Sâlim İbn Avf mescidindedir. Hz.
Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret buyurduğunda ilk olarak Kuba'da
Amr İbn Avfoğullarına misafir oldu. Orada pazartesi,
salı, çarşamba ve perşembe günleri kalıp, Kuba
Mescidi*nin temelini attı; sonra Cum'a günü Medine'ye gitmek için
yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince Cum'a namazı vakti
girmişti. Orada hutbe okuyup ilk defa Cum'a namazını
kıldırdı. Bu, Hz. Peygamber'in
kıldırdığı ilk Cum'a namazıdır.
Cum'a'yı farz kılan âyet bundan önce nâzil olmuştur.
Medine haricinde ilk Cum'a namazı kılınan yer de Bahreyn'de
"Cevâsa" da Abdi Kays Mescidi'dir.

İslâm'da Cum'a gününün dünyanın
başlangıcına, sonuna ve âhirete kadar uzanan bir yeri ve
değeri vardır. Diğer semâvi dinlerde de Cum'a gününe
dikkat çekilmiş, fakat onlar bunu terkederek başka günlere
yönelmişlerdir. Ebû Hüreyre'den Allah Rasûlû'nün şöyle
dediği nakledilmiştir: "Bizler, bizden önce kitap
verilenlere göre en sonuncusuyuz. Kıyâmette ise en öne geçeceğiz.
Onlar, Allah'ın kendilerine farz kıldığı bu Cum'a
gününde ihtilafa düştüler. Allah onu bize gösterdi. Diğer
insanlar bu konuda bize uyuyorlar. Ertesi gün yahudilerin, daha ertesi
gün ise hristiyanlarındır. " (Buhârî, Cum'a, 1; Müslim,
Cum'a hadis no: 856. Müslim'in lafzı az farklıdır).

Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)'a Cum'a gününe niçin bu adın
verildiği sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir:
"Babanız Âdem'in yaratılışı o günde oldu.
Kıyâmet o günde kopacak, yeniden dirilme ve insanların hesap için
yakalanması o günde olacaktır. Cum'a gününün üç saatinin
sonunda öyle bir an vardır ki, o anda dua edenin duası kabul
olunur. " (Ahmed b. Hanbel, İstanbul 1981, II, 311)

"Her kim Cum'a günü, cenâbetten gusül eder
gibi güzelce gusleder, sonra da ilk saatte yola çıkarsa bir deve
kurban etmiş gibi olur. İkinci saatte yola çıkarsa bir
sığır kurban etmiş gibi olur. Üçüncü saatte yola
çıkarsa bir koç kurban etmiş gibi olur. Dördüncü saatte
yola çıkarsa bir tavuk kurban etmiş gibi olur. Beşinci
saatte yola çıkarsa bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur.
İmam Cum'a namazı için iftitah tekbiri alınca melekler
hazır olur, okunan Kur'ân-ı dinlerler. " (Müslim, Cumua,
2, hadis no: 850)

Cum'a namazını terk edenler için de hadis-i
şeriflerde şu tehditler varid olmuştur: "Birtakım
insanlar ya Cum'a namazını terk etmeyi bırakırlar,
yahutta Allah onların kalplerini mühürler artık gafillerden
olurlar. " (Müslim, Cumua, 12, hadis no: 865)

"Her kim önemsemediği için üç Cum'a yı
terk ederse, Allah onun kalbini mühürler. " (Ebû Davûd, Salât
210)

"Bir kimse Cum'a günü gusleder, elinden geldiği
kadar temizlenir, yağ veya koku sürünür, sonra mescide gider bulduğu
yere oturur ve namazını kılar, hutbeyi dinlerse; geçen
Cum'a'dan o Cum'a ya kadar işlemiş olduğu günahları
affolunur. " (Buhârî, Cumua, 6)

Cum'a namazının farziyyeti Kitab, Sünnet ve
icmâ-i ümmet ile sabittir. Cum'a sûresinin dokuzuncu âyetinde Cenâb-ı
Allah şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, Cum'a günü namaz için çağrıldığınız
zaman, Allah'ı anmağa koşun; alış-verişi
bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
"

İbn Mâce'de mevcut Hz. Câbir (r.a.)'den rivâyet
edilen şu hadis, Cum'a'nın farziyyetinin sünnetle delilidir:

"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tövbe ediniz.
(Başka işlerle) meşgul olmadan önce de sâlih ameller işlemeye
çalışınız. Allah'ı çokça zikretmek ve gizli ve
açık olarak çokça sadaka vermek suretiyle sizin ile Rabbiniz arasındaki
bağı güçlendiriniz. (Böyle yaparsanız) hem
rızıklanırsınız. hem de (Allah tarafından)
hatırınız hoş tutulur. Şunu biliniz ki: Yüce
Allah şu bulunduğum makamda, şu günümde, şu
ayımda ve şu yılımda sizlere Cum'a'yı farz
kılmış bulunuyor. Ve bu kıyâmete kadar böylece devam
edecek. Benim hayatımda, ya da benden sonra adaletli yahutta zâlim
bir imamı bulunduğu halde, onu hafife alarak yahut ta inkâr
ederek kim terkederse; Allah, onun iki yakasını bir araya
getirmesin, hiç bir işini mübarek kılmasın. Haberiniz
olsun, böyle bir kimsenin ne namazı vardır ne zekâtı, ne
haccı, ne orucu ve ne de iyiliği Tâ ki tövbe edinceye kadar.
Artık kim tövbe ederse, Allah, onun tövbesini kabul etsin.
Şunu da biliniz ki: Hiç bir kadın bir erkeğe imam
olmasın. (Okuması düzgün olmayan bir bedevî) Arap, bir
muhacirin önüne geçip imam olmasın. Fâcir bir kimse de, kılıcından
ya da copundan korktuğu bir zorbanın kendisini zorlaması
hali dışında da mü'min bir kimseye imam olmasın.
" (İbn Mâce, Sünen, İstanbul 1401, I, 343, Hadis no:
1081).

Hz. Peygamber'in Benu Sâlim yurdunda kıldırdığı
ilk Cum'a namazında cemaatin kırk veya yüz kişi
olduğu söylenir. Bu mescide sonradan "Mescid-i Cum'a" adı
verilmiştir. Cum'a âyetinin Mekke'de nâzil olduğu da ihtimal
dahilindedir. Peygamber (s.a.s.) Cum'a hutbesi için bir hurma kütüğü
edinmiş, ensârdan bir kadının aynı zamanda marangoz
olan kölesinin ılgın ağacından yaptığı
üç ayaklı minber, mescide konuncaya kadar onun üzerinde Cum'a
hutbelerini okumuştur. Yeni minber gelip de Peygamber (s.a.s.) hutbe
için üzerine çıkınca eski hurma kütüğünden deve
iniltisi gibi bir ses çıkmış, Peygamber de inerek elini
üzerine koyunca susmuştur. Bu hâdise Hz. Peygamber'in bir mucizesi
olarak "Cizu'n-nahle" adıyla meşhur olmuştur.

Peygamber (s.a.s.) camiye girince, cemaata selam verir;
minbere çıkınca, onlara döner ve ikinci bir selamdan sonra
otururdu. Bu oturuşa "Celsetu'l-istiraha" denir. Bilâl
ezan okumağa başlar; bitirince, Peygamber (s.a.s.) kalkarak hamd
ve senâdan sonra, vaaz ve nasihatı muhtevî bir hutbe okurdu. Bir
müddet oturduktan sonra tekrar kalkıp, ikinci hutbeyi de okur ve
minberden inerdi. Kamet getirildikten sonra iki rek'at olarak Cum'a
namazını kıldırırdı. Cum'a
namazının ilk rek'atında ekseriyetle Cumu'a sûresini ve
ikinci rek'atta da Münâfıkun sûresini yüksek sesle okurdu. Cemaat
en fazla Cum'a namazında toplandığı için, Cumu'a
sûresini okumakla, onlara cum'a'nın âdâb ve erkânını öğretmiş
ve Münâfıkûn sûresini okumakla da, münâfıklardan
sakınmaları lüzumunu ihtar etmiş oluyordu. Sonraları
ilk rek'atta A'lâ ve ikincide de Câşiye sûrelerini okuduğu
rivâyet edilmiştir.

Halife Hz. Ebû Bekir ve sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında
bu şekilde Cum'a namazı kılındı ise de; Halife
Hz. Osman (r.a.) zamanında şehrin nüfusunun arttığı
ve halkın câmiden uzak yerlerde ikâmet ettiği gözönünde
tutularak, namaz vaktinin geldiğini ilân için mescidin dışında
bir ezan okutturulmağa başlandı. Bu ezan Zavra'da
okunuyordu. Hz. Osman'ın okuttuğu bu ezan (dış ezan)
diğer memleketlerde de okunmağa başlandı. Kendisinden
seksen sene sonra Hişam b. Abdu'l-Melik de bu dış
ezanın hariçte, mesela Medine'nin Zavra'sı gibi şehrin
ortasında okunacak yerde, camiin minaresinde okunmasını
emretti.

Böylece kitap, sünnet ve icmai ümmet ile sabit olan
Cum'a namazı gücü yeten ve şartları kendinde bulunan her
mükellef müslümana farz-ı ayındır. İki rek'at olan
Cum'a namazını herhangi bir sebepten kılamamış
olanlar, öğle namazını dört rek'at olarak kılarlar.
Bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ, tahâret
şartlarından başka Cum'a namazının farziyet ve edâsının
şartları vardır.

Cum'a Namazının Farz Olmasının
Şartları

Cum'a namazı; namaz, oruç, hac, zekât kelimeleri
gibi, fıkıh usulü açısından "kapalı
anlatım (mücmel)" özelliği olan bir terimdir. Bu yüzden
onun kılınış şekil ve şartları âyet,
hadis ve sahabe açıklamalarına ihtiyaç gösterir. Çünkü
Allah elçisi "Namazı benim kıldığım gibi
kılınız" (Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27) buyurmuştur.

Câbir b. Abdullah'ın naklettiği bir hadiste
şartlar şöyle belirlenmişti:

"Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum'a
namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve
hastalar bundan müstesnadır" (Ebû Dâvud, I, 644, H. No: 1067;
Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225) Bu
istisnaların dışında kalan her müslüman erkek bu
namazla yükümlü demektir. Buna göre şartlar şöyledir:

A) Erkek olmak: Cum'a namazı kadınlara farz
değildir. Ancak namazı cemaatle kılarlarsa bu yeterli olup,
öğle namazını kılmaları gerekmez (es-Serahsî,
II, 22, 23; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, I, 591, 851-852).

B) Hür olmak: Hürriyetten yoksun bulunan esir ve
kölelerle, ceza evindeki hükümlülere, Cum'a günü öğle
namazını kılmaları yeterlidir. Cum'a namazı farz
değildir. Ancak anlaşmalı (mükâteb) kölelerle, kısmen
azad edilmiş kölelere farzdır. Kendisine Cum'a namazı farz
olmayan köle esir veya mahkumlar her ne sûretle olursa olsun, Cum'a'yı
kılmış olsalar, sahih olur.

C) Mukîm olmak: Yolcuya Cum'a namazı farz
değildir. Çünkü o, yolda ve gittiği yerlerde genel olarak güçlüklerle
karşılaşır. Eşyasını koyacak yer
bulamaz veya yol arkadaşlarını kaybedebilir. Bu sebeple ona
bazı kolaylıklar getirilmiştir.

D) Hasta olmamak veya bazı özürler bulunmamak:
Namaza gidince hastalığının artmasından veya
uzamasından korkan kimselere Cum'a farz olmaz. Yine, hasta
bakıcı, aciz ihtiyar, gözü görmeyen, ayaksız, kötürüm
ve müslümanlar Cum'a'yı kılarken onların güvenliğini
sağlamakla görevli olan emniyet nöbetçisi gibi özrü bulunanlar,
vakit bulunca öğle namazı kılmakla yetinirler. Ancak bu
kimseler cemaatle Cum'a namazına katılırlarsa yeterli olur
(es-Serahsî, II, 22, 23; İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, I, 417)

Ayrıca, düşman korkusu, şiddetli
yağmur ve çamur, ağır bir hastaya bakma gibi özürler de
Cum'a namazını kılmamayı mübah kılan
özürlerdir. Körün, elinden tutup camiye götürecek kimsesi olursa,
Cum'a'yı kılması İmam Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre
farz olur. Üzerlerine Cum'a namazı kılması farı
olmayan müslüman kimseler, Cum'a'yı kılmaya imkan bularak
kılsalar, vaktin farzını eda etmiş olurlar, artık
o günün öğle namazını kılmaları gerekmez.
Cum'a namazı kılmaları farz olmayan kimseler,
bulundukları bölgede Cum'a namazı kılınıyor ise,
öğle namazını cemaatle değil, yalnız
başlarına kılarlar. Bulundukları bölgede Cum'a namazı
kılınmıyor ise, öğle namazlarını cemaatle
kılabilirler.

Cum'a namazının sahih olması için
gerekli şartlar (edasının şartları)

Kılınan bir Cum'a namazının geçerli
olması için aşağıdaki şartların
bulunması gerekir:

A) Cum'a Kılınacak Yerin Şehir veya
Şehir Hükmünde Olması

Bu şart, bazı nakillere ve sahabe
uygulamalarına dayanır. Hz. Ali'den şöyle dediği
nakledilmiştir: "Cum'a namazı, teşrik tekbirleri,
Ramazan ve Kurban Bayramı namazları, yalnız kalabalık
şehir veya kasabalarda eda edilir. İbn Hazm (ö. 456/1063) bu
naklin sağlam olduğunu ortaya koymuş, Abdurrezzak aynı
hadisi Ebû Abdirrahman es-Sülemî aracılığı ile Hz.
Ali'den rivâyet etmiştir. Hz. Ali'nin sözü İslâm hukukçularınca
bu konuda yeterli bir delil sayılmıştır.(Abdurrezzak,
el-Musannef, III,167-168, H. No: 5175, 5177; İbn Ebi Şeybe bunu
Abbad b. el-Avvâm'dan, benzerini Hasan el-Basrî, İbn Sîrîn ve
İbrahim en-Nehâî'den nakletmiştir; İbnu'l-Hümam, a.g.e.,
I, 409).

Bu konuda rivâyet edilen nakillerde geçen
"kalabalık şehir" sözü İslâm hukukçularınca
şöyle tarif edilmiştir:

Ebû Hanife (ö. 150/767)'ye göre valisi, hâkimi,
sokak, çarşı ve mahalleleri olan yerleşim merkezleri
"kalabalık şehir" niteliğindedir. Ebû Yusuf (ö.
182/798), halkı en büyük mescide sığmayacak kadar
kalabalık olan yerleri şehir sayarken İmam Muhammed (ö.
189/805), yöneticilerin şehir olarak kabul ettikleri yerleri
şehir kabul eder.

İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve Ahmed İbn
Hanbel (ö. 241/855) bu konuda nüfus sayısı kriterini getirir.
Onlara göre, kırk adet akıllı, ergin, hür ve mukîm erkeğin
yaz kış başka beldeye göç etmeksizin oturdukları
yerleşim merkezleri şehir sayılır ve kendilerine Cum'a
namazı farz olur (es-Serahsî, a.g.e. II, 24, 25; el-Kâsânî, I,
259; el-Cezerî, Kitabü'l-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, Mısır
(t.y.) I, 378, 379; Abdurrahman el-Mavsılî, el-İhtiyâr, Kahire
(t.y.) I, 81).

İmam Mâlik (ö. 179/795)'e göre, mescidi ve çarşısı
olan her yerleşim merkezi şehir sayılır. Köy ve
şehir kelimeleri eş anlamlıdır. Nüfuz az olsun çok
olsun hüküm değişmez. Cum'a namazının küçük yerleşim
merkezlerinde de kılınabileceğini söyleyenlerin dayandığı
deliller şunlardır:

1) Ebû Hüreyre (ö. 58/677), Bahreyn'de görevli iken
Hz. Ömer'e Cum'a namazının durumunu sormuş, Hz. Ömer
kendisine; "Nerede olursanız olunuz, Cum'a namazını
kılınız" şeklinde cevap vermiştir.

2) Ömer b. Abdülazîz (ö. 101/720), komutanı
Adiy b. Adiy'e yazdığı mektupta, (ahalisi) "çadırda
yaşamayan herhangi bir köye gelince: orasının halkına
Cum'a namazı kıldıracak bir görevli tayin et" demiştir.

3) İmam Mâlik, ashâb-ı kirâmın Mekke
ile Medine arasında su başlarında Cum'a namazını
kıldıklarını nakleder ve o yörelerde herhangi bir
şehir bulunmadığını belirtir (es-Serahsî,
a.g.e., II, 23, Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. ve Şerhi, III, 45,
46).

4) İbn Abbas, Medine'deki Peygamber mescidinden
sonra ilk Cum'a namazının Bahreyn'de "Cuvâsâ"
denilen bir köy (karye) de kılındığını söylemiştir
(Buhârî, Cum'a, II, (I. s. 215); Bağavî, a.g.e., IV, 218; İbnü'l-Hümâm,
a.g.e., I, 409)

Cum'a namazının büyük yerleşim
merkezlerinde kılınacağı görüşünde olan
İslâm hukukçuları yukarıdaki delilleri şöyle değerlendirmişlerdir:

1) Hz. Ömer'in sözü, ashâb-ı kirâm arasında
çöllerde ve sahralarda Cum'a namazı
kılınamayacağı bilindiği için, "hangi
şehirde bulunursanız bulunun, Cum'a namazı
kılın" şeklinde
anlaşılmıştır.

2) Ömer b. Abdülaziz'in sözü, kişisel bir görüş
olduğu için delil sayılmamıştır.

3) Kendilerinde Cum'a
kılındığı bildirilen "Eyle",
Bahr-ı Kulzüm üzerinde önemli bir iskele, "Cuvasâ" da
Bahreyn'de Abdulkays'a ait bir kaledir. Buraları "köy
(karye)" olsalar bile, devletçe tayin edilen yöneticileri ve zabıta
kuvvetleri bulunduğu için şehir hükmünde sayılırlar
(Ahmed Naim, a.g.e., III, 46). İbn Abbas'ın sözünde, Cüvâsâ
için, "köy" denilmesi, o devirlerde buranın
"şehir" sayılmasına engel değildir. Çünkü
onların dilinde karye kelimesi şehir anlamında da
kullanılıyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de de bu anlamda kullanılmıştır.
Bu Kur'ân, iki köyden ulu bir adama indirilmeli değil miydi?"
(Zuhruf, 43/31). Âyetteki "iki köy (karye)" den maksat Mekke
ile Tâif'dir. Diğer yandan Mekke şehrine "Ümmü'l-Kura
(köylerin anası)" adı verilmiştir (Şürâ,
42/7). Mekke'nin şehir olduğunda şüphe yoktur. Cuvâsa da
bir kale olduğuna göre: hâkimi, yöneticisi ve âlimi vardır.
Bu yüzden es-Serahsî (ö. 490/1097), Cuvâsâ için eş
anlamlısı olan "şehir (mısr)" kelimesini
kullanır (es-Serahsî, a.g.e, II, 23) Abdurrezzak, Hz. Ali'nin Basra,
Kûfe, Medine, Bahreyn, Mısır, Şam, Cezire ve belki
Yemen'le Yemâme'yi şehir (mısr) kabul ettiğini belirtir
(Abdurrezzak, a.g.e., III, 167)

Ebû Bekir el-Cassâs (ö. 370/980), "Eğer
Cum'a, köylerde câiz olsaydı, şehir hakkında olduğu
gibi, insanların ihtiyacı yüzünden, bu da tevatüren
nakledilirdi" der ve Hasan'dan, Haccac'ın şehirlerde
Cum'a'yı terkedip, köylerde ikâme ettiğini nakleder. (el-Cassâs,
Akhâmu'l-Kur'ân V, 237, 238)

İbn Ömer (ö. 74/693), "Şehire
yakın olan yerler, şehir hükmündedir" derken, Enes b.
Mâlik (ö. 91/717), Irak'ta bulunduğu sırada Basra'ya dört
fersah uzaklıktaki bir yerde ikâmet eder ve Cum'a namazına kimi
zaman gelirken kimi zaman da gelmezdi. Bu durum onların Cum'a'yı
yalnız şehir merkezlerinde câiz gördüklerine delâlet eder.
(el-Cassâs, aynı yer)

Uygulama örnekleri:

a) Allah elçisi hayatta bulunduğu sürece, Cum'a
namazı yalnız Medine şehir merkezinde
kılınmış ve çevrede bulunanlar da namaz için merkeze
gelmişlerdir.

Hz. Âişe (ö. 57/676)'den, şöyle dediği
nakledilmiştir: "Müslümanlar Hz. Peygamber devrinde Medine'ye
Cum'a namazı için yakın menzil ve avâlilerden nöbetleşe
gelirlerdi" Menzil, Medine çevresindeki bağ-bahçe evi de
mektir. Avâlî ise, Medine civarında, Necid tarafında,
Medine'ye yaklaşık 2-8 mil uzaklıktaki küçük yerleşim
merkezleridir. Ashâb-ı Kirâm bu yerlerden nöbetleşe Cum'a
namazına geldiklerine göre kendilerine Cum'a namazı farz
değildi. Aksi halde kendi yörelerinde Cum'a namazını
cemaatle kılmaları veya hepsinin Medine'ye gelmesi gerekirdi.
Diğer yandan Allah elçisinin Kubalılar'a, Medine'de Cum'a
namazında hazır bulunmalarını emrettiği
nakledilir. Kuba, o devirde Medine'ye iki mil uzaklıktadır.

b) Hulefâ-i râşidîn döneminde bir takım
ülkeler fethedilince, Cum'a'lar yalnız şehir merkezlerinde
kılınmıştır. Bu uygulama, onların
"şehir (büyük yerleşim merkezi)" olmayı
Cum'a'nın sıhhat şartı saydıklarını gösterir.
Öğle namazı farz olduğu için, onun Cum'a namazı
sebebiyle terkedilmesi kesin bir nass (âyet-hadis) ile mümkün olabilir.
Kesin nass ise, Cum'a'nın şehir merkezlerinde
kılınması şeklinde gelmiştir. Cum'a İslâmî
prensip ve emirin en büyüklerindendir. Bu da en iyi, şehirlerde gerçekleşir.
(es-Serahsî, a.g.e., II, 23; el-Kâsânî, a.g.e., l, 259; İbnü'l-Hümâm,
a.g.e., II, 51)

Kaynaklarda verilen bu bilgiler
ışığında konuyu aşağıdaki
şekilde netleştirmek mümkündür.

a) Şehir ve kasabalar:

Valisi, müftüsü, İslâmî hükümleri icra
edecek ve hadleri infâz edecek güce sahip hâkimi (kadı) ile güvenliği
sağlayacak zabıtası bulunan her yerleşim merkezi
"şehir"dir. Sonraki İslâm hukukçularının
eserlerinde" yolları, köyleri, çarşı ve
pazarları bulunma" özelliği üzerinde durulmamıştır.
Çünkü bir şehir veya kasabada bu özellikler zaten vardır. Böyle
bir kasabanın gerek mescidinde ve gerekse "musallâ
(namazgâh)" denen yerlerinde Cum'a namazı
kılınabilir. Bunda görüş birliği vardır
(İbn Âbidin, a.g.e., I, 546, 547 vd.) Bu tarife göre, vilâyet ve
kaza merkezleri şehir sayılır. Bunların durumu,
şehir olduklarında şüphe bulunmayan Mekke ile Medine'nin
durumuna benzer.

b) Şehir hükmünde olan yerler:

En büyük mescidi, Cum'a namazı ile yükümlü
olanları almayacak kadar kalabalık olan yerleşim merkezleri
de "şehir" hükmündedir. Bu, Ebû Yûsuf'un şehir
tarifine uygundur. Sonraki İslâm hukukçularının çoğu,
bu görüşü izlemişlerdir. Bu yerler resmi bir görevli
bulununca, İmam Muhammed'in şehir tarifine de uygun düşer
(es-Serahsî, a.g.e., II, 23, 24; el-Kâsânî, a.g.e., 259, 260; el-Mavsılî,
a.g.e., I, 81; el-Cezirî, a.g.e., I, 378, 379). Bu ölçüye göre,
nâhiye merkezleri ile pek çok büyük köyler de şehir hükmünde
olur.

B) Devletin İzninin Bulunması

Cum'a namazının sahih olması için
"devlet temsilcisinin izni" problemi de İslâm hukukçularınca
tartışılmıştır. Bu iznin gerekli
olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da
bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve
delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.

1) Hanefilerin görüşü:

Hanefi hukukçularına göre, Cum'a namazı için
izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve
İbn Ömer'den nakledilen ve yukarıda da daha uzun bir
şekilde kaydettiğimiz şu hadistir: "Kim Cum'a
namazını ben hayatta iken veya benden sonra adaletli ve câir
(zâlim) bir imamı (önderi varken, onu küçümseyerek veya inkâr
ederek terkederse Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve
işini bitirmesin" (İbn Mâce, İkâme, 78) İbn Mâce
bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî
sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini
naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında
nakletmiştir. Oradaki senedde Musa b. Atıyye el-Bâhilî vardır.
O'nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir.
(Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170) Bu hadiste, Cum'a'nın
farzolması için adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması
öngörülmüştür. Cum'a namazı büyük cemaatle kılınacağı
ve hutbede topluma hitap edileceği için onun toplum düzeni ile yakından
ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir.
Cum'a kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi
sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme
ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Camide
bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, Cum'a'dan beklenen
faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine
amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi
bakımından da Cum'a'nın İslâm devletinin kontrolünde
kılınması gereklidir.

Ancak yöneticiler Cum'a'ya ilgisiz kalır ve
önemli bir sebep olmaksızın müslümanları namaz
kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın
arkasında toplanarak Cum'a namazı kılmaları mümkündür.
İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz. Osman,
Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan
sahabiler Hz. Ali'nin arkasında toplanmış ve o da Cum'a
namazını kıldırmıştır. (el-Kâsânî,
a.g.e., I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, a.g.e.,
I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu
belirtir (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali,
İstanbul 1985, s. 162)

Devlet başkanı veya valilerin bizzat Cum'a
namazı kıldırmaları gerekli midir?. İbnü'l-Münzir
şöyle der: "Öteden beri Cum'a namazını, devlet
başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin
kıldırması şeklinde uygulama
yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle
namazı kılar" (Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III,
s. 48)

Burada şunu belirtelim ki, yukarıda
kaydettiğimiz hadisten imam ya da müslümanların halifesi
yoksa, Cum'a namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak
mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı,
"ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın
varlığına rağmen" Cum'a terk edilecek olursa,
belirtilen tehditlerle karşı karşıya
kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, "imam yoksa
Cum'a namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu
halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor.
İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o
takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı
sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.

İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş
gerekçelerin dışında, Cum'a namazının
kılınması için şart kabul edilen ve eda
şartları arasında sayılan imamın
varlığı şartının nakli bir delili yoktur.
Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş
bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği
bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından
ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep
imamlarının görüşlerine uyularak kılınması
gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört
şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen
ganimetlerin paylaştırılması zekât'ın
toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve
Cum'a'ları kıldırmak." ifadeleri ise hadis
değildir. Fethu'l-Kadir'de (II, 412) bunun İmam Hasan el-Basrî'ye
ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır alimlerinden
Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde
(1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz
olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın
öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir detil elde
mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın
sebebi, yalnızca karışıklık çıkma
ihtimaline dayalı bulunmaktadır.

Veliyyü'l-Emr yoksa

Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen
hususun gerçekleşebilmesi için, müslümanların
başında en azından zâlim de olsa- bir yöneticinin
bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin,
İslâm'ı kabul etmesi ise onun, müslümanların veliyyü'l-emr'i
olarak görülmesinin asgarî şartıdır. Yani müslümanların
İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında
yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın
varlığından söz etmek imkânı olamaz. Bu durum günümüzün
müslümanlarına; İslâm'ın öngördüğü mânâsıyla
bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız
Cum'a namazının hükmü nedir? Diye başlayan ve onun
etrafında dönüp dolaşan diğer bir takım
soruları daha sordurmaktadır.

Şunu da belirtelim ki, bu durumu şu anda bir
vakıa olarak yaşıyan bizleri, İslâm fakihleri de düşünmüş
ve böyle bir durum halinde müslümanların ne şekilde
davranabileceklerini, daha doğrusu davranması gerektiğini
belirtmişlerdir. Şimdi bu konuda onların neler söylediklerine
kısaca bir göz atalım:

Bu konuda İbn Nüceym der ki:

"Şayet hiç bir şekilde kadı veya
ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de
bir kişinin (Cumu'a namazını kıldırmak üzere)
öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla
caizdir." (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55).

Buradaki: "zaruret dolayısıyla
caizdir" ifadesi üzerinde kısaca duralım:
Anlaşılıyor ki, Cum'a namazı, herhangi bir
şartının eksik olması dolayısıyla terk
edilmesi tavsiye edilen bir durum değildir. Aksine bu gibi durumlarda
-bu şartların gerçekleşme imkânı
bulunmadığından- zaruret hükümleri ile amel etmek söz
konusudur. İşte halifesiz ve İslâm hükümlerini tatbik
eden mahkemelerin varolmaması hallerinde de bu zaruretlerle amel
etmeyi engelleyecek herhangi bir durum yoktur. Çünkü bilindiği
gibi kadı (yani İslâm hükümlerini tatbik eden hâkim) ile
halifenin varlığı, İslâmî hükümlerin yürürlükte
olmasının en belirgin gerekleri ve dışa yansıyan
yönleridir. Bunların varolmamaları halinde, İslâmî
hükümlerin devlet düzeyinde uygulanabilmeleri sözkonusu değildir.
Şayet bu durum, Cum'a namazını kılmamayı
gerektirecek bir hal olsaydı, İbn Nüceym gibi eşsiz
fıkıh çalışmaları olan bir âlim: "Zaruret
dolayısıyla caizdir" gibi bir ifade kullanmaz, "Cum'a
namazı sâkıt olur" demesi gerekirdi. O zaman da konunun
gereğinden, İslâmî olmayan yönetimlerin çatısı
altında bulunulan hallerde söz edilmezdi.

>>>>>


Konular